2019 yılında Parasite filmiyle tüm ödüllerin altını üstüne getiren Bong Joon-Ho, altı yılın ardından nihayet yeni filmi Mickey 17 ile geri döndü. Başrolünü cringe bir geçmişe sahip olsa da son yıllardaki başarılı performanslarıyla adından söz ettiren Robert Pattinson üstleniyor. Edward Ashton‘ın Mickey 7 isimli bilim-kurgu romanından uyarlayarak filmi yazan Bong Joon-Ho, Sosyoloji bölümünde lisans eğitimini tamamlamasının da katkısıyla sosyal hiciv temalı filmlerine alışkın olduğumuz bir yönetmen ve bu filminde de farklı bir yol izlemiyor. Aynı zamanda bunu hem bilim-kurguyla hem de kara mizahla birleştirerek anlatımı etkili hale getiriyor. 7 Mart’ta sinemada izleyicisiyle buluşan Mickey 17 filminin incelemesine hoş geldiniz.
Filmin Konusu

Film, 2054 yılında teknolojinin başını alıp gittiği, uzay seyahatlerinin epeyce ilerlediği bir gelecekte geçiyor. Arkadaşı ve iş ortağı olan Timo ile birlikte tefeciye borçlanıp başı belada olan başkarakterimiz Mickey Barnes, bir uzay programına gönüllü olarak katılarak Dünya’dan uzaklaşmaya karar verir. Katılmak istediği uzay programında harcanabilir olma görevini şartları tam okumadan kabul eden Mickey, kendini tam anlamıyla harcanabilir biri olarak bulur ve keşfedilmek istenen yeni gezegende birbirinden ölümcül görevlere katılır. Ancak, hafızanın bir kutuda korunarak insan vücudunun klonlanabilme teknolojisi sebebiyle Mickey her ölümünde tekrardan hayata dönebilecek ve bu görevlere devam edebilecektir. 17.Mickey’nin bu görevlerden birinde öldüğü düşünülerek 18.Mickey’nin oluşturulmasıyla aynı anda iki Mickey yani “Çoğullar” adı verilen ihlalin ortaya çıkmasıyla beraber yeni maceralar gelişir.

Film aslında bu şekilde bir bilim-kurgu hikayesiyle devam edecek gibi görünse de birçok etik tartışmayı gün yüzüne çıkarıyor. İklim krizi, kapitalist sömürü, azınlık ve hayvan hakları, kolonileşme gibi pek çok sorunu distopik bir şekilde gösteriyor. Ancak tam zıttı şekilde müzikleriyle diyaloglarıyla ve oyunculuk tercihleriyle bunları absürt bir şekilde tartışıyor. Böylelikle film, komik olmayı başararak yalnızca uzak bir geleceği değil aynı zamanda bugünü de anlattığını göstermeyi başarıyor. Bu anlamda filmi çok dikkat çekici ve hatta harekete geçirici bulduğumu söylemeliyim. Buna rağmen filmin anlatmak istedikleri ve bunu yapış biçimi etkileyici olsa da bazı teknik kısımlar konusunda sorunları olduğu da aşikar. Bir bilim-kurgu filmi olunca seyirciye mantıklı gelmesi gereken bazı detaylar kolaya kaçılarak aşılmış gibi duruyor. En basit örnek olarak, Mickey Barnes’ın sanki şehir değiştiriyormuş rahatlığında uzaya giderken şartların hepsini okumamış olmasını verebiliriz. Keza temponun yer yer çok aksadığı da filme dair önemli sorunlardan biri. Ancak ben gerçekten filmin bugünle gelecek arasında yakalayabilmiş olduğu distopik-kara mizah sentezini çok beğendim. Salondan çıktığımdan itibaren filmle ilgili hislerim de bunun etrafında şekillendi. Yani aslında hangi beklentilerle filmi izleyeceğiniz Mickey 17’e dair düşüncelerinize rehberlik edebilir.
Karakterler ve Oyuncular

Mickey Barnes karakteriyle Robert Pattinson gerçekten çok başarılı bir iş çıkarıyor. Tabi Pattinson hem Mickey 17 hem de Mickey 18 karakteriyle aslında iki farklı rolü oynuyor. Film aslında bir kara mizah ve oyunculardan da buna yönelik absürt bir oyunculuk tarzının istendiği zaten çok açık. Mickey 17 bir kişinin egosunu (benlik) temsil ederken; Mickey 18 idini (altbenlik) temsil ediyor. Bu da aynı kişinin tabiri caizse uslu ve yaramaz çocukmuşçasına iki farklı halini bize gösteriyor. İşte bu noktada Robert Pattinson gerçekten çok iyi bir iş çıkarmış. Aynı bedende iki uç noktayı gösteren oyuncu bunu mimiklerinden duruşuna kadar farklılaştırarak yan yana göründüğü sekanslarda bile sanki farklı biriymiş gibi hissettirmeyi başarıyor.

Filmin kesinlikle en çarpıcı karakteri Kenneth Marshall’dı. Karaktere Mark Ruffalo hayat veriyor ve adeta şov yapmış diyebilirim. Karakter filmin en kilit yerinde duruyor. Kenneth Marshall, gidilen uzay programının sahibi ve eski bir başarısız politikacı. Tam anlamıyla bir Elon Musk parodisi Donald Trump taklidiyle verilerek Kenneth Marshall karakteri oluşuyor. Mark Ruffalo o kadar iyi oynamış ki karaktere yer yer gülmekten kendinizi alamıyorsunuz. Özellikle film ilerledikçe büründüğü işgalci ve kapitalist kimliğinin de verdiği rahatsızlık cabası. Ylfa karakteriyle Kenneth Marshall’ın eşini canlandıran Toni Collette de gayet iyi bir iş çıkarmış ve birbirlerini çok iyi tamamlayan iki parça oluşturmuşlar. Diğer karakterler de üstlerine düşen görevi yerine getirseler de aklıma yatmayan en önemli konu Kai (Anamaria Vartolomei) karakterinin bir anda ortadan kaybolması oldu. Hem Mickey’nin harcanabilir prosedürlerine karşı çıkması hem de gemideki önemli çalışanlardan biri olmasıyla film ilerledikçe rolü artsa da filmin çözüm sahnelerinde hiç yer almamasını pek anlamlandıramadım doğrusu.
Sinematografi ve Müzikler

Görüntü yönetmenliğini Darius Khondji‘nin üstlendiği film bir uzay filmi olsa da sinematografik olarak çok doyurucu diyemem. Ancak filmin böyle bir iddiası olduğu da söylenemez ki zaten bu anlamda başarısız da değil. Karlar altında geçen bir gezegende olmaları, yolculuğa dair pek bir görüntünün yer almamasıyla bir uzay filmi sinematografisi beklemek haksızlık olur. Böyle değerlendirince pek bir sorun da göze batmıyor. Jung Jaeil‘in oluşturmuş olduğu müziklerse filmin atmosferine çok güzel bir destek sağlıyor. Hafif klasik müzik esintileriyle oluşturulan tema müzikleri distopik bir evrene sizi hapsetmek yerine filmin absürt yanlarına çekmek için yardımcı oluyor. Hal böyle olunca karamsarlığın getirebileceği umutsuzluk ortadan kayboluyor ve film daha anlamlı oluyor.
İklim Krizi ve Uzay Araştırmaları

Filmin tartıştığı en önemli konulardan biri bugün de uzay araştırmaları ve yeni gezegen keşiflerinin asıl amacı olan kolonileşme ihtiyacı. Çünkü açık bir şekilde Dünya’nın iklim krizi yaşadığı ve artık kendi kendine yetemediği ortada olan bir problem. Zaten filmin ilk başlarında uzay programı için başvuru yapılan yerde bunu gördük. Hava kirliliği, büyük doğa afetleri aslında çoğunluğuna insanların sebep olduğu problemler. Yeni gezegenlerde yeni yaşam alanları aramayı da kapitalist sömürüden ayrı bir şekilde düşünemeyiz. Filmde bu uzay programına başvuru yapan insanların toplumda ekonomik olarak geride kalmış kişiler olmaları da bu uzay programının özelleştirilmiş durumda olması da hiç tesadüf değil.
Aslında Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri arasında başlamış olan uzay rekabeti bugün özel şirketlerin çok sıklıkla uzay çalışmaları yapmış olduğu bir hale dönüştü. Zaten bunun en büyük örneği de filmde Kenneth Marshall karakteriyle parodisi yapılan Elon Musk elbette. Sermaye sahiplerinin önce Dünya’daki ekonomik faaliyetler için ham maddelerin tüketilmesinde başat rolü oynayıp sonra da Dünya’nın yaşanılamayacak hale gelmesinden sonra başka bir gezegene yerleşme çabaları filmde çok başarılı ve karikatürize bir şekilde anlatılıyor. Bu da belki 2054 kadar yakın bir gelecekte olmasa da çok ama çok uzak olmayan bir gelecekte karşılaşacağımız bir durum gibi görünüyor. Hal böyle olunca bugün çeşitli üretim yerlerinde değersizleşmiş olan insan emeği ve hayatı yarın uzay çalışmalarında aynı değersizlikle kendine yer bulabilir.
Kolonileşme ve Hayvan Hakları
Film ortalarından itibaren Mickey’nin serüveninden uzaklaşıp tam da kolonileşme konusunun içine dalıveriyor. Varmış oldukları Niflheim gezegeninin ev sahipleri olan, Korkunçlar ismini verdikleri canlılarla olan mücadeleyi izliyoruz. Mücadele dediysem aslında insanların gezegeni yaşayabilecekleri duruma getirmek adına Korkunçlar’ı yok etme çabalarını görüyoruz. Zaten gezegene gidildikten sonra yapılan ilk şey insanların nefes almalarını sağlayabilecek bir ilaç geliştirmek oluyor. Sonrasında kaya parçaları gibi gezegene ait maddeleri alırken Korkunçlar’la karşı karşıya geliniyor. Burada çok akıllıca bir hamle olarak bu canlılar tıpkı Dünya’daki böceklere benzetilmiş. Böyle olunca sanki onları öldürme hakkı doğuveriyormuş gibi bir his oluyor. Sadece karakterlerde değil aynı zamanda izleyicide de bu düşünce oluşuyor. İşte film tam da burada başka bir gezegeni istila edip oradaki canlıları yok etmekle Dünya’daki diğer canlıları öldürmeyi aynı kategoride değerlendiriyor. Bunu da görüntüleri çirkin olsa da her canlının yaşama hakkı olduğunu anlatarak gösteriyor.

Tabi Niflheim gezegenindeki canlıların hayvanlara benzemesinin bir diğer sebebi de aslında insanların kişisel zevkleri için canlıları öldürmesine yapılan vurgu. Ylfa karakterinin gastronomiye ve özellikle soslara duyduğu yoğun ilgiyi görüyoruz filmde. Korkunçlarla asıl savaşın var olmak üzerine olmasına rağmen Ylfa’nın Korkunç kanıyla sos yapması insanların bulunduğu her yeri talan etmek konusundaki doyumsuzluklarını da gösteriyor, tıpkı hayvanlara yapıldığı gibi. İklim krizine de vurgu yapan filmde buna dair sorgulanması gereken noktaysa etçil beslenmeye dair bir sorgulama. Hayvansal ürünleri kullanmanın özellikle de kırmızı et tüketmenin yalnızca etik bir yönü yok aynı zamanda iklim krizine de etkisi var çünkü nüfus arttıkça beslenme ihtiyacı ve et tüketimi artıyor. Böylelikle daha fazla hayvan gerekiyor bu da daha fazla otlak alan anlamına geliyor. Sonuçta bu durum ormanların azalmasına sebep oldukça Dünya bir kısır döngüye giriyor. Yani kendi gezegenimizi yok ettikçe başka bir yaşam alanına gereksinim duyuyoruz ki filmde de Bong Joon-Ho’nun gösterdiği gibi insanlar bunu hala bir keyif aracı olarak görüyorlar. İşte film tam olarak bu şekilde geleceğin distopyasını aslında şu an kendi ellerimizle var ettiğimizi yüzümüze vuruyor.
Kolektif Bilinç

Filmin yüzümüze vurduğu bir diğer gerçekse Korkunçlar‘ın kolektif olarak hareket etmeleri oluyor. İçlerinden tek birinin kaybında bile adalet için hep birlikte hareket eden Korkunçlar, bu amaç uğruna parçaları birleştirerek mücadele ediyorlar. İnsanlar onları böcek gibi görse de aslında her birinin bir ismi olduğunu ve birbirleri için değerli olduklarını görüyoruz. Tabi onlara yüklenen konuşabilmek gibi insanlaştırma unsurları empati yapmamızı kolaylaştırıyor. Elbette insanlığın her ne kadar toplum olarak yaşasa da tamamen bireysellik üzerine yaşamını kurgulamış olması bu kolektifliğin kaybolmasının sebeplerinden biri. Tabi sermaye sahiplerinin artışı, kar odaklı üretim ve sömürü düzeni buna katkı sağlamaya devam ediyor. Böylelikle maddi ya da manevi tüm kazançları diğer kimseyi düşünmeden elde etmeye çalışınca yaşanacak tüm zararlar ya da hak arayışları da bireysel olarak yapılmak durumunda kalıyor. Korkunçlar ise bu anlamda birlikte durarak adalet arayışlarını daha yüksek sesle dile getirmiş oluyorlar.

Tüm bunlarla birlikte Bong Joon-Ho belki teknik anlamda en iyi filmi olmasa da çok çarpıcı bir işe imza atmış. Distopik bir evreni günümüz gerçekleriyle gösterip bunu bir de karamsar olmayan absürt bir bakış açısıyla anlatmak gerçekten bir yönetmenlik başarısı. Başarılı oyunculuklarıyla da birlikte en azından benim gözümde Mickey 17 yılın en güzel işlerinden biri olacak gibi görünüyor.
Filmin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz:
Kaynakça:
- “Robert Pattinson ve Bong Joon Ho’dan fütürist bir uzay hicvi: Mickey 17” euronews, 07 Mart 2025.
- “Mickey 17 yılın filmi miydi?”. Sinemori, Youtube, 08 Mart 2025.
- “David Attenborough: Gezegenimizden Bir Yaşam” Netflix, 2020.
- Öne çıkan görsel: The Movie Database
Yazı o kadar sürükleyiciydi ki derste hoca anlatırken okudum ve dinleyemedim. Olsun… okulu uzatmama değecek bir yazı.
Ellere sağlık