Bu yazımızda sizler için son otuz yılda çekilen değerli korku-gerilim filmleri ile o filmlerin yönetmenlerini tanıttık. Gergin seyirler dileriz!
1. Wes Craven – Scream (Çığlık, 1996)
Yönetmenlikten önce başarılı bir akademisyenlik hayatı olan Wes Craven sinema tutkusu için akademisyenliği bırakmıştır. Birçok popüler ve günlük yaşama dahil olan filmlerin yönetmenliğini yaparak sinema tarihinde farklı bir yer edinmiştir.
Craven’ın hem yazıp yönettiği hem de kurgusunu düzenlediği ilk filmi aynı zamanda ilk uzun metraj filmi olan The Last House on the Left‘ti (1972). Teen slasher alt türünü tamamen değiştiren filmi, bir klasik olan A Nightmare on Elm Street‘i 1984’te yazıp yönetti. Beş devam filminden hiçbirini yönetmemiş olsa da, on yıl sonra cüretkar bir şekilde Wes Craven’s New Nightmare‘i (1994) yazıp yöneterek, 1995 Independent Spirit Awards‘da En İyi Film ödülüne olarak aday gösterildi.
Craven, Scream‘i (1996) piyasaya sürerek kendi çıtasını da yükseltmiştir. Popüler üçlemenin ilki olan film, MTV’nin 1996 En İyi Film Ödülü‘nü kazandı ve Scream 2 (1997) gibi yurt içinde 100 milyon dolardan fazla hasılat yaptı. Craven, Scream 2 ve Scream 3 (2000) filmleri arasında Music of the Heart (50 Cesur Kemancı, 1999) gibi tür dışı bir film yönetme fırsatı da buldu.
Scream (Çığlık)
Annesinin öldürülmesinden bir yıl sonra, genç bir kız ölümcül bir oyunun parçası olur ve korku filmlerini kullanarak kendisini ve arkadaşlarını hedef alan yeni bir katil tarafından terörize edilir.
Gençlik korku filmlerini baştan yaratan bu yapım kendi serisine de sahiptir. Artık birçok klişeleşmiş sahnelerin kaynağı olan, döneminin çok ses getiren, rekorlar kıran yapımı şu anda bile bıkılmadan, yeniden izlenen bir film olmuştur.
2. Guillermo del Toro – The Devil’s Backbone (Şeytanın Bel Kemiği, 2001)
Guillermo del Toro; Meksika’da, Jalisco Eyaletinin başkenti olan Guadalajara’da 1964’te doğdu. Katolik anneannesi tarafından yetiştirilen del Toro, Instituto de Ciencas’da öğrenim gördü. 21 yaşında ilk filmi Doña Herlinda ve Kızı‘nın (1986) yapımcılığını üstlenmesine rağmen, del Toro neredeyse 10 yıl makyaj dalında uzman olarak çalıştı. Film atölyelerinde eğitim vermenin yanı sıra Meksika televizyonu için yapımcı ve yönetmen olarak pek çok program yaptı. Doğup büyüdüğü şehri, Meksika’yı film merkezine dönüştürme hayali olan del Toro, büyük bir çaba ile şehirde bir sinema eğitim merkezinin açılmasına ve Guadaljara’da bir film festivalinin düzenlenmesine öncülük etti.
del Toro’nun ilk önemli yönetmenliği Cronos (1993), onun Meksika sinemasının yükselen yıldızlarından biri olarak ün kazanmasını sağladı.
Cannes Film Festivali’nde Eleştirmen Ödülü’nü alan Cronos, del Toro’yu dünya sineması ve Amerikan bağımsız sineması haritasına soktu. Sundance Film Festivali ve Bağımsız Ruh Ödülleri‘nde jüri üyeliği yapan del Toro, Cronos’un ardından Hollywood’a Mimic (1997) filmi ile giriş yaptı.
Meksika’ya dönmesinin ardından, del Toro kendi yapım şirketi olan The Tequila Gang‘i kurdu ve daha kişisel bir korku filmi yapmak için kolları sıvadı. Yapımcılığını Pedro Almadovar ve kardeşi Agustín Almodóvar’ın üstlendiği, İspanya’da çekilen filmi The Devil’s Backbone; İspanyol İç Savaşı’nda geçen çok daha tutkulu bir hayalet hikâyesi idi. Politik metaforlar taşıyan olaylara hayaletimsi bir anlatım kazandırdı. Ürpertici atmosferi, zekice yaratılmış karmaşıklığı ve okulun sol kanattan liderlerini canlandıran Federico Lupi ve Marisa Paredes’in mükemmel oyunculukları ile alkış toplayan The Devil’s Backbone, del Toro’nun sanatsal yeteneğini bir kez daha ispatladı.
Cronos (1993), The Devil’s Backbone (2001), Hellboy (2004), Pan’s Labyrinth (Pan’ın Labirenti, 2006), Crimson Peak (Kızıl Tepe, 2015) ile tanınan ünlü yönetmen ve yapımcı del Toro, geçtiğimiz yıllarda video oyunlarının da yönetmenliğini yapmaya başlamıştır. Son günlerde ise Netfilix’te yayınlanan, küratörlüğünü ve her bölümde tanıtımını yaptığı Guillermo del Toro’s Cabinet of Curiosities yapımı ile gündemde bulunuyor.
The Devil’s Backbone (Şeytanın Bel Kemiği)
İspanya iç savaşı sırasında babası cephede ölmüş ama bunun farkında olmayan Carlos isminde bir çocuk, bir yetimhaneye getirilir. Yetimhanedeki maceralar beklenmediktir.
3.Takashi Miike – Audition (Ölüm Provası, 1999)
Japonya’nın korku değeri Takashi Miike, tarz olarak farklılığı ile izleyici kitlesini kendine çeken bir yönetmendir.
Miike, ünlü Japon yönetmen Imamura Shohei’nin kurduğu ve yönettiği Japon Görsel Sanatlar Akademisi’nde eğitim görmek üzere başvurarak kariyerine ilk adım atmıştır. Miike, öğretmenleri tarafından disiplinsiz görülen bir öğrenciydi ve devamsızlık alışkanlığı vardı. Yerel bir TV şirketi ücretsiz yapım asistanları bulmak için akademiye geldiğinde; yönetim, çoğunlukla gelmeyen tek öğrenci olan Miike’i ileri sürerek gözden çıkardı. Kariyerinde atlama yapana kadar on yılını televizyonda birçok farklı rolde çalışarak geçirdi.
1990’ların başında V-Cinema (Direct to Video) çok popüler olduğunda, yeni kurulan şirketlerin ucuza çalışmaya ve düşük bütçeli aksiyon filmleri yapmaya istekli hevesli genç film yapımcılarını işe alması, Miike’in kendi filmlerini yönetmeye başlamasını sağlayacaktı.
Miike’in sinemalarda dağıtılan ilk filmi Shinjuku Triad Society (1995) olmuştur. Uluslararası başarısı ise 1999 yılında çektiği Audition ile geldi.
Yirmili yaşların ortasına kadar profesyonel motosiklet yarışçılığı yapmış olan yönetmen, 3 yılda 23 film çekme rekoruna sahiptir.
Üretken bir yönetmen olan Miike, şimdiye kadar 110’dan fazla film yönetti; en popüler filmleri arasında, Bijitâ Q (2001), Audition (2001), Jûsan-nin no shikaku (2010) ve Dead or Alive: Hanzaisha (1999), Dead or Alive 2: Tôbôsha (2000) ve Dead or Alive: Final (2002) vardır.
Audition (Ölüm Provası)
Dul bir adam, kendisine yeni bir eş bulması için bir arkadaşı tarafından ayarlanan özel bir seçmede kızları gösterme teklifi alır.
Bu garip hikayede Miike, sabırla sürükleyici bir dramaya dönüşecek bir alev yaratır. Gençliğinde çektiği bu film, birçok konuda iddialı bir yapımdır. Filmdeki belirli bir görüntü o kadar öngörülemez ve o kadar rahatsız edici ki, zihninizin gölgeli köşelerinde uzun süre kalacağına eminiz.
Quentin Tarantino bu film için; “Gerçek bir başyapıt eğer sadece bir tane varsa bu olurdu.” demiştir. Tarantino’yu cezbeden muhtemelen şiddetli ve çarpık tondu . Miike’nin korku konusundaki uzmanlığını gösteren Audition, onun ezber bozan özelliği olarak hafızalarda yer alır.
4.Danny Boyle – 28 Days Later (28 Gün Sonra, 2002)
Danny Boyle, birçok yönetmenin aksine başka bir gösteri sanatı olan tiyatroda uzmanlık geliştirdikten sonra sinemaya geçmiştir. Bu süreçte; üniversiteden mezun olduktan sonra kariyerine Anonim Tiyatro Şirketi’nde başlayan Boyle, 1982’de Howard Brenton‘ın The Genius‘ını ve Edward Bond‘un Saved eserini yönetti. Bundan sonrasında Royal Court Theatre’a geçti. Royal Court Theatre’da çalıştığı 1982-1987 yılları arasında sanat yönetmenliği ve vekil yönetmenlik yaptı. Ardından Royal Shakespeare Company’e geçerek birçok yapım yönetti.
1994 yılında ilk uzun metrajlı filmi Shallow Grave‘i (Mezarını Derin Kaz) çekti. Bu ironik ve gerilimli İngiliz filmi başarılı olarak Boyle’un adını dünyada duyurmasına yardımcı oldu. 2000 yılında Alex Garland’ın kült romanı The Beach’i sinemaya uyarlayan yönetmen, 2002’de ünlü yazarın bir diğer romanı olan 28 Days Later’ı filme almak için kamera arkasına geçti. The Beach ve 28 Days Later filmleri arasındaki 2 yılda BBC için TV filmleri çekti.
28 Days Later (28 Gün Sonra)
Londra’daki bir araştırma merkezindeki denek maymunların bir grup aktivist tarafından serbest bırakılması ile çevreye ölümcül bir virüs yayılır. Virüsten etkilenen kişiler 15 saniye sonra insani özelliklerinden çıkar. Salgın patlak verdiğinde hastanede olan Jim, 28 gün baygın yattıktan sonra uyanır.
Psikolojik gerilim ve korku filmi olarak değerlendirilen film, sinematografisi ve çekim teknikleriyle döneminin önde gelen filmlerinden olmuştur. Müzikleri ile kendinden çokça bahsettiren film, yönetmenin en iyi filmlerinden olmayı başarmıştır.
5. Pedro Almodóvar- The Skin I Live In (İçinde Yaşadığım Deri, 2011)
Şarap imalatçısı bir babanın ve okuma yazma bilmeyen komşular için mektup okuyucusu ve transkriptçi olan bir annenin tek oğlu olarak dünyaya gelen Pedro, gelecekte İspanyol sineması için büyük bir isim olacağını bilmeden kırsal küçük bir kasabada koşturarak büyümüştür. Ailesi henüz Pedro 8 yaşındayken ileride rahip olmasını umut ederek onu başka bir şehre, dini bir yatılı okula gönderdi. Orada eğitim almaya devam ederken ailesi yeni bir iş kurarak oğullarını yanlarına geri alır ve Caceres şehrine taşınırlar.
Yaşadığı diğer şehirlerde olmayıp Cáceres’te olan önemli bir fark vardı: Sinema. Pedro Almodovar, daha sonraları bir röportajda “Sinema benim gerçek eğitimim oldu, rahipten aldığımdan çok daha fazlası oldu.” diyerek hayatının bu dönemlerine değinir.
1970’lerin başında Almodóvar deneysel sinema ve tiyatroyla ilgilenmeye başladı. İlk profesyonel rollerini oynadığı ve aktris Carmen Maura ile tanıştığı öncü tiyatro grubu Los Goliardos ile beraber deneyimler edindi. Madrid’in gelişen alternatif kültürel ortamı, Almodóvar’ın sosyal yetenekleri için mükemmel bir etken haline geldiyse de iş bu kadar kolay değildi.
Almodóvar, karşılayacak parası olmadığı için film yapımcılığı okuyamadı. Üstelik sinema okulları 70’lerin başında Franco hükümeti tarafından kapatılmıştı. Bunun yerine İspanyol telefon şirketinde bir iş buldu ve maaşını bir Super 8 kamera almak için biriktirerek tutkusunu sabırla bekletti. 1972’den 1978’e kadar arkadaşlarının da yardımıyla kendini kısa filmler çekmeye adadı. Bu ilk filmlerin “prömiyerleri”, İspanyol karşı kültürünün hızla büyüyen dünyasında ünlüydü. Birkaç yıl içinde Almodóvar, 70’lerin sonundaki Madrid’in popüler kültürel hareketi olan “La Movida“nın yıldızı oldu.
İspanya’nın uluslararası alanda tanınmış film yönetmenlerinden olan Almadóvar, filmlerinde melodram öğeleri sıklıkla kullanmaktadır. Filmleri; kompleks anlatımlar, popüler kültür, popüler şarkılar, güçlü renkler ve kuvvetli bir dekor anlayışıyla göze çarpar.
The Skin I Live In (İçinde Yaşadığım Deri)
Geçmiş trajedilerin peşini bırakmayan parlak bir plastik cerrah, her türlü hasara dayanıklı bir tür sentetik deri yaratır.
Bu film, listemizde olan filmlerden bir hayli farklı. Dram, gerilim, korku türlerinin bir karışımı olarak sunulan The Skin I Live In buna hazırlıklı olan izleyiciyi istiyor diyebiliriz. Almodovar, çektiği bu filmi başkası yapsa iğrenç yahut korkunç diyerek göz ardı edebileceğimiz olayları, karakterleri özgün bir biçimde başarıyla izletip kendine hayran bırakıyor.
Karmaşık olay örgüsüne sahip bu film, birçok kez felsefi ve psikolojik olarak çözümlenmiştir. Birçok özel ve göz doyurucu fotoğraf karesine sahip bir film olması onun modern kült olmasını sağlamıştır.
Yönetmen, önceki filmlerinde olduğu gibi farklı olayları hayatın içinden karakterler ve hırslarla pekiştirmiştir. Acayip sayılacak durumları kendi üslubuyla harmanlamasıyla izleyicide belgesel hissi yaratacak kadar ustadır.
6. Yeon Sang-Ho – Train to Busan (Zombi Ekspresi, 2016)
Yeon Sang-Ho, Güney Koreli bir yönetmen ve senaristtir. 1978’de Seul’da doğan yönetmen, Sangmyung Üniversitesi’nden Batı Resmi bölümünden mezun oldu. Kariyerine birkaç kısa film yöneterek başlayan Yeon, King of Pigs, The Window, The Fake yapımları ile kendini tanıttı. 2016’da Train to Busan ile Cannes Film Festivali‘nde öne çıkarak ismini duyurdu.
Yeon Sang-Ho; çeşitli dizilerin de yönetmenliğini yapan, yaratıcılığı ile öne çıkan, şans vermemiz gereken genç isimlerden biridir.
Train to Busan (Zombi Ekspresi)
Yıkıcı bir hastalık Güney Kore’yi etkisi altına alır. Bu sırada Seul’dan Busan’a gitmekte olan trendeki yolcular hayatta kalma mücadelesi verir.
Güçlü ve etkileyici yazılmış karakterler çok iyi oyuncular tarafından ete kemiğe büründürülerek izleyiciyi heyecanlandıran ve duygudan duyguya götürme potansiyeline sahip.
Son zamanların en sürükleyici ve etkileyici zombi filmlerinden biri olarak değerlendirilen Train to Busan, klasik zombi filmlerindekinden farklı özellikler taşıyan canavarlara sahiptir. Toplumsal gerilimi çok iyi işleyen yönetmen, karakterlerin dönüşümüne de şans tanıyan bir senaryo ile izleyicilere yabancılaşmadan izleyebilecekleri bir yapım ortaya koymuştur.
7 Ağustos’ta, 10 milyon sinema izleyicisi ile 2016 yılında gösterime girip izleyici rekorunu kıran ilk Kore filmi olmuştur.
7. Julia Ducournau – Raw (Çiğ, 2016)
Listemizin ilk ve tek kadın yönetmeni, Fransız yönetmen ve senarist Julia Ducournau.
Senaryo yazarlığı eğitimini Paris’teki La Fémis’teki film okulunda aldı. 2011’de gösterime giren kısa filmi Junior, 2011 Cannes Film Festivali’nde Petit Rail d’Or ödülünü kazandı. İlk uzun metrajlı korku filmi Raw (Çiğ) ise 2016 Cannes Film Festivali’nde FIPRESCI ödülünü kazandı.
Tarzı Gaspar Noe‘ye benzetilen yönetmeni, kariyerinde gelişim aşamasında olarak değerlendirebiliriz.
Raw (Çiğ)
Film, genç bir vejetaryenin başladığı veterinerlik okulunda ilk defa et tatmak zorunda kalması sonucu ete karşı konulamaz bir tutku geliştirmesini ve buna bağlı bazı olayların yaşanmasını konu alır.
Ana karakterin gelişim ve değişimini çok net izleyeceğimiz, başarılı görüntü yönetmenliğine de sahip olan bu film; başlangıçta bir dram filmi izlenimi verse de ilerledikçe her şey değişiyor.
Sinematografi ve müzik konusunda başarılı bulunan film, kimilerince dönüşüm kimilerince özünü keşfetme filmi olarak görülen metaforik yapımdır. Çokça tartışmayı yanında getiren Raw, eleştirmenler ve inceleyen kişiler tarafından zaman zaman fazla açıklık yüzünden negatif eleştiriler alsa da farklı bir film izlemek isteyen kişilere önerebiliriz.
Kaynakça
www.imdb.com
https://faroutmagazine.co.uk/takashi-miike-guide-six-best-films/
https://deltorofilms.com/projects/the-devils-backbone/
https://i-d.vice.com/en/article/7x5vx4/pedro-almodovar-on-the-personal-tragedies-that-inform-his-new-film-pain-and-glory
https://www.looper.com/239480/yeon-sang-ho-director-of-peninsula-exclusive-interview/