5 Kült Yönetmen ve 5 Korku Filmi

Editör:
Berke Ateş Aytekin
" hide_table_content="td_encvalW2dpemxlXQ=="]

Modern dünyanın ayrılmaz bir parçası olan filmlerin tarihi bildiğimiz üzere çok eski değildir. İlk film 1895’te çekilmiştir. İnsanlığın korku ile olan bağının ne kadar güçlü olduğunu ise ilk korku filminin ne kadar erken çekildiğinden anlayabiliriz. İlk korku filmi 1896’da, ilk sinema filminden sadece bir sene sonra, kısa film olarak izleyicilere sunulmuştur. Korkuyor, eğleniyor, zihnimizi zorluyor; yine de gözlerimizi onlardan ayıramıyoruz!

Korkuseverler ve korkuyu denemek isteyenlere özel derlediğimiz listemizi size sunuyoruz: Korku sineması tarihinin kült yönetmenleri ve onların mutlaka izlemeniz gereken filmleri.

1. Alfred Hitchcock – Psycho (Sapık, 1960)

Alfred Hitchcock, ölümünün üzerinden 40 yıldan fazla geçmiş olsa da korku sineması denildiğinde akla gelen ilk isimlerden birisi. Hayatı ve kariyer serüveni ise tesadüfler ile ilerlemiş.

Kendisi 1899 yılında, şimdilerin Essex topraklarında, İrlanda katolik kilisesine bağlı İngiliz bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Çocukluğu boyunca sık sık taşınmaya maruz kalan Hitchcock, sessiz sakin ve ortalama başarıda bir öğrenciymiş. Hem dil hem de din okullarına gönderilmiş, bu zamanlardan kalma fiziksel cezalara karşı korku geliştirmiştir. Sonraki yıllarında mühendislik eğitimi almaktayken babasını kaybetmesi üzerine ailesine destek olmak amacıyla bir telgraf şirketinde cüzi ücretler karşılığında çalışmaya başlamıştır.

I. Dünya Savaşı başladığında yaşı tutmamış, yaşı tuttuğu zamanlara geldiğinde de Kraliyet Mühendislik Alayı’na katılmıştır. Savaş bittiğinde yaratıcı yazarlık deneyimi elde edebilmiş ve çalıştığı şirketin iç yayını olan Henley Telgraf’a kısa öykülerini yollaması ile oranın editörü olmaya ilerleyecek bir yolculuk başlamıştır.

Londra Üniversitesi’nde almaya devam ettiği sanat dersleri ve çalıştığı alanlardaki başarısı şirket tarafından görülüp reklam bölümüne transfer edilmiştir. Böylece reklamların tasarımlarını ve çizimlerini yapma imkanı doğmuştur. İşini çok seven Hitchcock, bazen geç saatlere kadar ofiste çalışmıştır. Daha sonra Truffaut’ya “Bu çalışmalarım, sinemaya doğru ilk adımlarım olarak, bu alana kaymamda büyük yardım sağladı.” demiştir. Yine Truffaut’ya aynı dönemde sık sık sinemaya gittiğini; özellikle Amerikan filmlerini çekici bulduğunu; Charli Chaplin‘in, D. W. Griffith‘in ve Buster Keaton‘un filmlerini izlediğini; Fritz Lang‘in Der müde Tod filmini (1921) çok beğendiğini söylemiştir.

Hitchcock, birçok iş deneyiminden sonra film endüstrisine katıldığında tarih 1920’lerdeydi. Çok yetenekli bir ressam olan Hitchcock önceleri setleri çizerken sonraları eşi olacak olan Alma Reville ile de bu sayede tanıştı. Yakınlaşmaları ise Always Tell Your Wife‘ın (1923) yönetmenin hastalanmasının ardından Hitchcock ile Reville’in birlikte filmi tamamlamak için yönetmen olarak atanmaları ile oldu. Bu tesadüf, Hitchcock’un ilk yönetmenlik deneyimiydi.

Çok popüler bir İngiliz-Alman yapımı olan Pleasure Garden‘ı (1925) yönetti. İki yıl sonra  Hitchcock ilk ikonik filmi olan The Tenant: A Tale of the London Fog‘u çekti. Başarılarını  çektiği The Missing Woman (1938) ve Hotel Jamaica (1939) gibi bir dizi film ile pekiştirdi. Bu filmler onu Amerika’da da ünlü yaptı. 1940’ta Hitchcock ailesi, David Selznick‘in yapımcılığını üstlendiği Daphne du Maurier‘in Rebecca (1940) uyarlamasını Alfred Hitchcock’un yönetmesi üzere ikna etmesiyle Hollywood’a taşınmıştır. Hitchcock’un, Saboteur‘dan (1942) sonra yönetmen olarak ünü artmış, arttıkça da film şirketleri filmlerine “Alfred Hitchcock’un” adını vermeye başlamışlardır:  Alfred Hitchcock’un Sapık’ı (1960), Alfred Hitchcock’un Aile Oyunu (1976), Alfred Hitchcock’un Cinnet’i (1972).

Hitchcock yaşamında klasik hale geldiğini görebilen sanatçılardan birisi olmuştur. Onun gişe taleplerini bir kenara koyup estetiği ön plana alan bir sinema ustası olması, ismini uzunca bir süre daha yaşatmaya yetecektir.

Sapık (Psycho)

Sapık (Psycho), Alfred Hitchcock tarafından yönetilen, senaryosu Joseph Stefano tarafından psikozlu bir katil hakkında yazılan 1960 tarihli korku ve gerilim filmidir. Film, kendisiyle aynı adı taşıyan Robert Bloch‘un romanından uyarlanmadır. Yazar, Wisconsinli katil Ed Gein‘nin suçlarından esinlenerek romanı kaleme almıştır.

Film, bir sekreter olan Marion Crane (Janet Leigh) ve yalnız yaşayan bir motel sahibi Norman Bates (Anthony Perkins) arasındaki karşılaşmayı anlatır. Film Türkiye’de beş yıl sonra, 24 Ocak 1965’te gösterime girmiştir.

İzlenmeden geçilmeyecek korku filmlerinin başında elbette kendisi yer aldı.

  • “Sapık”, ABD’de “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek Kongre Kütüphanesi’nin “Ulusal Film Arşivi”nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.

 

2. Roman Polanski – Rosemary’s Baby (Rosemary’nin Bebeği, 1968)

Polanya kökenli yönetmenin hayatı gerçekten çok ilginçtir. Roman Polanski 1933’te Paris’te doğdu. Ailesi, II. Dünya Savaşı başlamadan üç yıl önce, 1936’da Fransa’dan Polonya’ya döndü. Yıl 1939 olduğunda Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesinden sonra çoğunluğu Yahudi olan Polanski ailesi Krakow gettosuna gönderildi. Kısa bir süre sonra Polanski’nin ebeveynleri yakalandı ve iki farklı toplama kampına gönderildi. Annesi Auschwitz’e gönderilirken, babası savaştan sağ çıkacağı Avusturya’nın Mauthausen-Gusen kentine gönderildi.

Roman, babasının yakalanmasına şahit oldu. Bu travmalara rağmen sadece 7 yaşındayken gettodan kaçmayı ve savaştan sağ çıkmayı başardı. Başta Polonya taşrasındaki akrabalarını ziyaret eden Roma-Katolik bir çocuk gibi davranarak kimliğini gizledi. Hayatının rolü diyebileceğimiz bu oyunculuk, onun hayatını kurtarmasına rağmen, kötü davranışlara maruz kalmasından korumadı. Henüz küçücük bir çocukken şiddet görmüş ve bunlardan birinde kafatası dahi kırılmıştır.

O dönemlerde yaşadığı çevredeki sinemalarda sadece Alman filmleri yer alırdı ve yerel halk bu sebeple sinemalardan uzak dururdu. Polanski bu duruma rağmen propaganda ile ilgilenmiyor gibi görünerek sık sık sinemaya gitmiştir. Savaş ilerledikçe, Polonya giderek savaştan parçalanmış hale geldiğinde Roman; ahırlarda ve ormanlarda saklanarak, çalabildiği veya bulabildiği her şeyi yiyerek yaşamıştır. Hâlâ 12 yaşından küçükken, onu hedefleri vurmaya zorlayan bazı Nazi askerleriyle karşılaşmıştı. 1945’te savaşın sonunda, babasıyla yeniden bir araya geldi.

Babası onu bir teknik okula göndermek istemiştir ancak genç Polanski çoktan başka bir kariyer seçmiş gibi görünüyordu. 1950’lerde Lodz Film Okulu’nda eğitim görmeden önce Andrzej Wajda‘nın Pokolenie‘sinde (1955) oynayarak oyunculuğa başladı. Dwaj ludzie z szafa (1958),  Gros et le Maigre Le (1961) filmlerinde oyunculuğu ile ve Ssaki (1962) gibi yönetmen koltuğundaki ilk kısa filmleri, kara mizah zevkini ve tuhaf insan ilişkilerine olan ilgisini gösterdi.

Polonya’da film yapımcısı olarak kariyer edinmesine karşın ülkesini terk ederek Fransa’ya gitti. Paris’te zor zamanlarında, sonrasında uzun süre boyunca birlikte çalışacağı genç senarist Gérard Brach ile arkadaş oldu. Ondan sonra yaptığı ilk iki film, İngiltere yapımı Repulsion (Tiksinti, 1965) ve Brach’ın ortak senaryosunu yazdığı Cul-de-sac (Bozuk Düzen, 1966), Berlin Uluslararası Film Festivali‘nde Gümüş ve Altın Ayı ödüllerini kazandı.

1968’de Polanski, psikolojik gerilim filmi Rosemary’s Baby‘i çekmek üzere Hollywood’a gitti. Bu film Hollywood kariyerinde gelecek vadeden yönetmen ışığı kazandırsa da eşi Sharon Tate‘in 1969’da Manson Ailesi tarafından öldürülmesi ile Amerika’dan Avrupa’ya geri döndü.

Birçok Oscar ve Cesar ödülü alan Tess filminden (1979) sonra, 1980’ler ve 1990’larda onun adını çok daha nadiren gördük. Nadiren önceki filmlerinin başarısına yaklaştı. Ta ki The Pianist (Piyanist, 2002) filmine kadar. Polanski’nin tüm yeteneğini gösterdiği ve trajedilerinden beslediği bu film,  En İyi Yönetmen Oscar‘ı, Cannes Film Festivali Altın PalmiyeCesar ve BAFTA ödülleri dahil olmak üzere en önemli film ödüllerinin neredeyse hepsini kazandı.

Polanski çeşitli suçlar ve davalar sebebi ile kariyerine zarar vermiştir. Film izleyicileri olarak biz ancak yönetmenden azade olarak filmlerini izleyebiliriz.

Rosemary’nin Bebeği (Rosemary’s Baby)

Döneminde çok popüler olan bu korku filmi genç Polanski’nin yeteneğini bize sunuyor. Filmin konusu bebek sahibi olmaya çalışan genç bir çiftin Central Park West’teki eskimiş, gösterişli bir apartmana taşınması ve burada kendilerini garip komşularla çevrili bulmasıdır.

Ira Levin‘in aynı adlı kitabından sinemaya uyarlanan filmin başrollerinde Mia Farrow ve John Cassavetes oynamaktadır. Ruth Gordon bu filmle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Akademi Ödülü‘nü ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Altın Küre Ödülü‘nü kazandı.

 

3. Tobe Hooper – Teksas Katliamı, 1974

Listemizin sıradaki ismi Master of Horror (Korku ustası) olarak da anılan Tobe Hooper!

Sanatçılık yönünde ailesinin de payı olan Hooper’ın ebeveynleri Austin, Teksas’ta bir tiyatroya sahiplik ediyorlardı. Babasının 8 mm kamerasını bulup film çekmeye ilgi duymaya başladığında sadece dokuz yaşındaydı.

Austin, Texas Üniversitesi’nde öğrenim gördü. 60’ları üniversite profesörü ve belgesel kameramanı olarak geçirdi. 1966 yılında Charles Whitman, Tobe Hooper’ın çalıştığı üniversitenin saat kulesinden rastgele insanlara ateş açarak bir polis memurunu ölümcül olmayan bir şekilde vurduğunda, Hooper polisten sadece birkaç metre uzaktaydı.

1974 yılına geldiğimizde akademisyenler ve öğrencilerinden oluşan küçük bir kadro kurmaya karar verdi. Ardından Kim Henkel ile manyak elektrikli testere kullanıcısı Leatherface‘in (Gunnar Hansen) yer aldığı The Texas Chain Saw Massacre‘ı (Teksas Elektrikli Testere Katliamı, 1974) yaptı.

Poltergeist (Kötü Ruh, 1982), Lifeforce (Yaşam Savaşı, 1985), The Texas Chainsaw Massacre 2 (Katliam, 1986) gibi filmlerle tarihe adını kazısa da kendisi hala yeni filmlerin üretimi konusunda geri durmuyor. Onun keskin zekası ve harika yönetmenliği kitleleri kendine hayran bırakırken İngiliz Film Enstitüsü, Hooper’ı tüm zamanların en etkili korku film yapımcılarından biri olarak gösterdi.

Teksas Elektrikli Testere Katliamı (The Texas Chain Saw Massacre)

Bu film, korku filmi endüstrisini değiştirdi, anında bir klasik haline geldi ve tüm zamanların en iyi korku filmleri listesinde yer aldı. Hooper, bunu 1950’lerde Wisconsin’de birkaç kişinin tüyler ürpertici cinayetlerinden sorumlu yamyam bir katil olan Ed Gein‘in gerçek hayattaki cinayetlerine dayandırdı. Sinema eleştirmeni Rex ReedGördüğüm en korkunç film” dedi.

Konusu olarak henüz izlemeyenler için diyebileceğimiz şeyler pek kısıtlı; “Beş arkadaş, bir büyükbabanın mezarını ziyaret etmek için Teksas kırsalına gider. Yolda terk edilmiş gibi görünen bir eve rastlayınca meraklanırlar. Bu evin içinde uğursuz bir şey vardır. Beklenmedik bir şey…”

4. Dario Argento – Suspiria 1977

Argento, Sicilyalı yapımcı ve yönetmen bir baba ile Brezilyalı fotoğrafçı bir annenin oğlu olarak Roma’da dünyaya gelmiştir. Dario, gençliğinde katolik lisesine devam etmekteyken, film eleştirmeni olarak çalışmaya başlamıştı. Hem dergiler için hem de Roma merkezli olan Paese Sera gazetesinde köşe yazarı olarak yazıyordu.

Gazetede çalışırken, aynı zamanda senaryo da yazmaya başlayarak kendi yönünü belirleyen Dario Argento’nun  dikkate değer eserleri arasında Derin Kırmızı (1975),  Kristal Kanatlı Kuş (1970), Phenomena (1985) ve Opera (1987) vardır.

Dario Argento; İtalyan korku filmlerinin önde gelen temsilcilerinden biri olmayı başarmıştır ve yazarlık, yapımcılık, yönetmenlik mesleklerine halen devam etmektedir.

Suspiria

Suspiria, 1977 yapımı Dario Argento’nun hem yönetmenliğini yaptığı ve hem de o dönemde birlikte olduğu oyuncu Daria Nicolodi ile birlikte senaryosunu yazdığı İtalyan korku filmidir. Film Argento’nun Le Tre madri (Üç Anne) ismini verdiği, kötücül güçlerin dünyaya saldırarak acımasızca zarar vermeye çalışmalarının anlatıldığı üçlemenin ilk filmidir.

Prestijli bir Alman bale akademisine yeni gelen Amerikalı, okulun bir dizi korkunç cinayetin ortasında uğursuz bir şeyin paravanı olduğunu fark eder.

Suspiria, Argento’nun en iyi filmi ve korku sinemasının klasiklerinden biri olarak gösterilir. Film ayrıca Technicolor işleme tesisinin kapatılmasından hemen önce, bu teknikle hazırlanmış son filmdir.

 

 5. Stanley Kubrick – Cinnet (Shining) 1980

Stanley Kubrick, Jacob Leonard Kubrick adıyla 1928’de New York’ta Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukluğu boyunca sessiz, kendi halinde ve okul notlarında ortalama denecek bir başarıya sahipti. Çocukluğunda IQ’sunun ortalamanın üzerinde olduğu keşfedildi ama katılımı zayıftı. Genç yaşlardan itibaren edebiyata ilgi gösteren Stanley, Yunan ve Roma mitolojilerini ve Grimm kardeşlerin masallarını okumaya başladı.

Kubrick 12 yaşındayken babası ona satranç oynamayı öğretti. Satranç oyunu, gelecekte birçok filminde kullanacağı bir nesne ve ömür boyu sürecek bir ilgisi olarak kaldı. Daha sonraları Amerika Birleşik Devletleri Satranç Federasyonu’nun bir üyesi olan Kubrick, satrancın karar vermede “sabır ve disiplin” geliştirmesine yardımcı olduğunu söylemiştir. Bu durum ondaki kusursuzluk denemelerini ve mükemmeliyet sağlayana kadar tekrar tekrar çekilen sahneleri bir miktar açıklayabilir bize.

Kubrick 13 yaşına geldiğinde, babasının ona fotoğraf makinesi alması, fotoğrafa olan hayranlığını tetikledi. Fotoğraf tutkusunu paylaşan komşusu Traub ile arkadaş oldu. Traub’ın kendi karanlık odası vardı. Burada kendisi ve genç Kubrick, fotoğrafları inceleyerek ve kimyasalların “fotoğraf kağıdı üzerinde sihirli bir şekilde görüntüler oluşturmasını” izleyerek saatler geçireceklerdi.

Kariyerine New York’un Look dergisine amatör fotoğraflar çekerek başlayan Kubrick, kısa zamanda Look dergisinin fotoğrafçılarından biri oldu. İzlediği filmlerden çok daha iyisini yapabileceğine inanarak yönetmenlik yapmaya başladı. Eserlerinin büyük bir çoğunluğunda yeni bir metin yazmayı tercih etmek yerine, edebiyat eserlerini senaryolaştırarak sinemaya uyarlamıştır.

İlk filmleri Fear and DesireKiller’s Kiss ve The Killing ile başarı sağlayarak kendini ispatladı. Paths of Glory ve Spartacus ise, onun iyi yönetmenler arasındaki yerini almasını sağladı. Korku, savaş, polisiye, kara mizah ve bilimkurgu olmak üzere farklı türlerde eserler vermiştir.

Kubrick, beş kez aday gösterildiği Oscar Ödülleri’nden sadece birini, 2001: A Space Oddysey filmi ile En İyi Özel Efekt dalında kazanmıştır. Martin Scorsese, James Cameron ve Woody Allen gibi isimler, Kubrick’i önemli bir ilham kaynağı olarak gördüklerini belirtmişlerdir.

Kubrick sinemasında, mükemmeliyetçi atmosfer dışında yoğun sembolizm ve gerçekçilik görebiliriz. Kubrick, estetik kusursuzluğu elde edebilmek için denediği farklı teknik yöntemlerle dünya çapında sinemayı etkilemiş ve tüm zamanların en iyi yönetmenlerinden biri olarak kabul edilmiştir.

The Shining (Cinnet)

Bir aile, kışı geçirmek için ıssız bir otele gider ve medyum oğlu hem geçmişten hem de gelecekten korkunç önseziler görürken, uğursuz bir varlığın babayı şiddete yönlendirmesine neden olur.

Uzun ve detaylı takip sahnelerinin çekimi için steadicam‘in bu kadar uzun süre kullanıldığı ilk film The Shining’dir. Ayrıca en fazla çekim tekrarı yapılan filmdir. Kubrick, Shelley Duvall‘ın merdivenlerdeki sahnesini tam 127 kez tekrar almıştır.

 

spot_img
İrem Koç
İrem Koç
Duman babamın sigarasından çıkar ama asla geri dönemez.

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Yelpazeli Kadın (1918) Tablo Okuması: Gustav Klimt’in Son Eseri

Yelpazeli Kadın tablosu, zarafeti ve özgünlüğüyle hem sanat tarihine hem de Klimt'in kariyerinde büyük bir önem taşımaktadır.

Dante’nin İlahi Komedyası’nda İnsanlığın Mitolojik ve Manevi Seyahati: Kayboluşun Karanlığı ve Kurtuluşun Işığı

Dante’nin İlahi Komedyası; insanlığın ahlaki seçimlerini sorgulamasına, içsel çatışmalarını aşmasına ve evrensel sorulara yanıt bulmasına rehberlik eder.

Kırmızının Tonlarına Bürünmüş 7 Yabancı Albüm Kapağı

Temalarında kırmızı renginin ön planda olduğu ve gizli anlamlarıyla bizi farklı yolculuklara çıkaran albümleri sizler için derledik.

Marmaris’te Yaz Rüyası: 5 Günlük Keşif Rotası

Ege ve Akdeniz'in incisi Marmaris için keyifli bir yol rotası.

Feminizmin Gücü: Patriyarka’nın Sosyal Yapılara Etkisi

Patriyarkal sisteme meydan okuyan feminizm, kadını güçlendirip eşitlikçi bir toplum inşasına öncülük eder.

Söylenti Konser Takvimi: Üç Büyükşehirde Kimler Var?

Söylenti müzik ekibi tarafından hazırlanan; İstanbul, Ankara ve İzmir'e müzik coşkusunu tattıracak birbirinden farklı Mayıs ayı konserleri sizlerle!

5 Farklı Sebeple Neden Yaşlı Adam ve Deniz Okumalıyız?

Yaşlı Adam ve Deniz, mücadelenin değerini ve kaybetmenin içinde de bir başarı ve onur olduğunu dile getiren zamansız bir hikayedir.

Türk Mitolojisinde Kartal Figürü

Kartal, Türk mitolojisinde önemli bir yere sahip hayvan figürüdür. Destanlara ve efsanelere konuk olarak hükümdarlık alametine dönüşmüştür.

Geyik: Türk Mitolojisinin Derinliklerindeki Ruhsal Rehber

Türk mitolojisinde geyik, doğa ile insan arasındaki ilişkiyi simgeler. Ruhsal yolculuk, rehberlik ve dönüşüm figürü olarak geçmişten günümüze derin bir anlam taşır.

Alıntının Hikâyesi: Livaneli’den Aşk, Travma ve Unutabilmek Üzerine

“Aşk, bir uçurum kıyısında gözü bağlı yürümektir.”