Varoluş mu önce gelir öz mü? İşte insanlık tarihi kadar eski bir konu olan var olma konusu denince akla gelen ilk kişilerden biri Jean Paul Sartre ve onu okumak için 5 neden…
1. Geçen Yüzyıla Dönüş

Felsefenin 20. yüzyıldaki gelişimine ilişkin değerlendirmede bulunmak önceki çağlar ile kıyaslandığında oldukça zordur. Büyük dünya savaşları, toplumsal olayların çeşitliliği ve teknolojik gelişmelerin yaşandığı bu dönem, psikoloji felsefesi, çevre felsefesi, toplumsal felsefe, feminizm ve dil felsefelerinin de gelişimine tanık olunan bir uzmanlaşma dönemi olarak görülür. Söz konusu profesyonelleşme süreci entelektüel rekabetin artmasını da beraberinde getirir. Burada Jean Paul Sartre‘ı anlamak felsefeye adeta sıfırdan başlanıyormuş hissi verir.
20. yüzyılın başlarında doğmuş olan Sartre, yazdığı romanlar ve oyunların yanında varoluşçuluk felsefesinin kurucularından biri olarak gösterilir. Yazarın edebiyat eleştirilerine, politik analizleri ve savaş karşıtlığının yanında mevcut otoriteye karşı meydan okuyan tavrı eşlik eder.
İki dünya savaşına da tanık olmuş olan yazar, ilk edebi eseri Bulantı‘da Roquentin karakterinin “Ben varım, hepsi bu ve işte bunu mide bulandırıcı buluyorum” sözleri ile varoluşa karşı anlamsızlık ve tiksinme hislerini dile getirir gibidir.
2. Hayat Görüşü
Tek çocuk olarak büyüyen Sartre, babasını henüz 15 aylıkken kaybeder. Babasının kaybını bir avantaj olarak nitelendiren Sartre, babasının hayatta olmuş olsaydı kendisini ezebileceğini düşündüğünü dile getirir.
Sözcükler eserinde Sartre, dul annesi ile onu korumak için gelecekte evlenme planları yaptığını aktarır. Sartre, dönemin zihniyetini annesinin genç yaşta dul olmasını “Aileler dulları evlenmeden çocuk sahibi olan kızlara tercih ederler kuşkusuz ama kıl payı” sözleriyle eleştirir.
Okul yıllarında zorbalığa maruz kaldığını ve kendi anlattığına göre okulun şamar oğlanı olduğunu ifade eden yazar, bu dönemden güçlü bir şekilde çıkmayı başarmış, çocukken yaşadıkları ile çağın getirdikleri arasında bağlantı kurma çabası içinde entelektüel olarak kendini geliştirmeye başlamıştır.
3. Özgün Yaşam Tarzı

Yazar, yalnızca edebi, politik ve felsefi olarak değil özel yaşamı ve toplumsal statüsü ile de dikkatleri üzerine çeker. Fransız filozof Simone de Beauvoir ile ikiyüzlü denerek eleştirilen geleneksel ilişki normlarının dışında bir ilişki yaşadığını kaydeder. Zira bu ikilinin çocukluk travmaları ve başkaldırı arzuları birbirlerini tamamlar niteliktedir. İki tarafın da hayali ötekine tahakküm kurmak değil özgürleşim hareketi içinde bir ilişkidir. Bu özgürlük kavramı, Sartre‘a göre seyahat özgürlüğü, dürüstlük ve çokeşliliği de kapsamaktadır. Hatta Beauvoir’a göre; özgürlüğe o kadar uzun zaman ve inatla inanmışlardı ki özgürlük onların özüydü.
Sartre, dönemin üniversitelerinde maaşlı olarak görev yapmayı da yalnızca akademik bir kesime hitap etmek istememesi nedeniyle reddeder.
4. Özgürlük Anlayışı
Yaşadığı yüzyılın başından sonuna değin yaşam öyküsünde birçok toplumsal olaya ve yıkıma şahit olmuş olan yazar İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara esir dahi düşmüştür. Bu süreci üretken bir şekilde geçirerek fırsata dönüştürmek isteyen Sartre‘ın özgürlük anlayışına göre; insan kendi varlığının ve yoksunluklarının farkında olduğu ölçüde özgürdür. Sartre, benlik kavramının hiçlik kavramı kullanılmadan açıklanamayacağını ifade eder. Bu görüşüne göre yazar, insanların özgürlüğe mahkum olduklarını düşünmektedir.
Avrupa’da faşizmin palazlanmış olduğu, büyük buhranın etkilerinin hissedilmeye başlandığı 1930’lu yıllarda politikadan uzak durmanın neredeyse imkansız olduğu bir dönemde Sartre, Komünist Parti üyesidir. Marksizme ilişkin değerlendirmesinde parti ile ilişkisinin bulunmasına rağmen kendisini tamamen adanmış olarak tanımlayamadığını kaydeden Sartre bunun yerine “kendisini yalnız birisi olarak gördüğünü” ifade eder. Yazar, özgürlüğü için komünistler ile yeri geldiğinde ise onlara karşı olarak mücadele verdiğini belirtir.
5. Psikolojik Tasvir Becerisi
Sartre’ın ilk eserlerinin konusunu İkinci Dünya Savaşı öncesine gelen dönemde çoğunlukla psikoloji oluşturur. İnsanın dünyadaki yerine ve hayatı anlamlandırma sorununa çözüm üretmek için çabalayan yazar, problemin şimdiye kadar çözümsüz kalma nedenine de eserlerinde yer verir.
İnsanın kendi karakterini inşasının mümkün olduğunu ifade eden Sartre, burada bir keşif değil yaratıcılığın bulunduğunu kaydeder. Sartre, Diyalektik Aklın Eleştirisi kitabında insanın özünün eylemlerinden oluştuğunu ifade ederek amaçların önemine dikkat çeker.
Sartre‘ın, savaş sonrası dönemde kaleme aldığı eserlerini ise öznenin merkezde olduğu, nesnel ve realist bir anlayışla kaleme aldığı görülmektedir. Sartre, duygusal edimlerin kendi kurgularımız çerçevesinde biçimlendiğini, bu edimlerin gerçekleri değiştirmediğini ve yararsız olduğunu kaydeder.
Sigmund Freud‘un analizlerine yönelik görüşleri de dikkat çeken Sartre varoluşçu bir psikanaliz pratiğini savunur.