Türk edebiyatında anne oldukça fazla işlenen temalar arasında yer alır. Özellikle bu yazıda şiirlerini incelediğimiz Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Haşim, Sezai Karakoç gibi şairlerde anne teması sıklıkla kullanılmıştır. İnsanların anneleri ile aralarındaki o görünmez bağ daha dünyaya gelmeden önce atılır. Anne rahminde başlayan ilk iletişim, doğduktan sonra da hiç kopmaz aksine katlanarak büyür. Annesinden büyük bir sevgi, şefkat, merhamet gören çocuk hayatında onu bambaşka bir yere konumlandırır. Anne-çocuk arasında oluşan bu bağ, insanın kendini duygularını anlatmak için kaleme aldığı şiirlere yansır ve anne temasını oluşturur.
Annesinin Bakışlarında Kaybolan Yahya Kemal

Yahya Kemal‘in kişiliğinin oluşmasında en büyük etkenlerden biri çocukluğunun ve en güzel yıllarının Üsküp’te geçmesi ikincisi de annesidir. Üsküp’ü sadece Yahya Kemal değil annesi de çok sevmektedir. Yazar annesinin Üsküp sevgisini şu şekilde anlatmıştır:
“Annem Üsküb’ü bütün kalbiyle seviyordu. Orada ölmek, orada, Îsâ Bey mezarlığında, babası Dilâver Bey’in yanında gömülmek istiyordu.” (s. 59)
Ancak anne ve oğul çok sevdikleri bu şehirden İbrahim Naci Bey (Yahya Kemal’in babası) yüzünden ayrılmak zorunda kalmışlardır. Aşırı derecede hassas ve duygusal bir yapıya sahip olan Nâkiye Hanım hem çok sevdiği Üsküp’ten ayrıldığı hem de İbrahim Naci Bey tarafından çeyizi satıldığı için derin üzüntüler yaşamış ve hastalanmıştır. Yaşadığı üzüntüler nedeniyle vereme yakalanan Nâkiye Hanım 1897 yılında hayatını kaybetmiştir. Yahya Kemal annesinin ölümü ardından yaşadığı acıyı şu sözlerle anlatır:
“Annem ölmüştü. Çıldırmış bir haldeydim. O (anda ölmek), intihar etmek istiyordum. Bu müthiş yokluğa, bu derin acıya tahammül edemiyordum. Bir deliyi tutar gibi sımsıkı tutuyorlardı; yüzümü, gözümü, yıkıyorlardı. Heyhat ki ıztırâbım durmuyordu (…) Annem gibi ölmek, hemen ona kavuşmak istiyordum. İntihar vasıtalarının ne olduğunu düşünüyordum.” (s. 59)
Küçük yaşta yaşadığı kayıpla sarsılan Yahya Kemal, gerçekleştirdiği sohbetlerde de annesinden ve Üsküp’ten sık sık bahsetmiştir. Şair sadece sohbetlerde ve anılarında anlatmakla kalmamış anne temasına şiirlerinde de fazlaca yer vermiştir.
“İlmin derin görüşleri aklın hükümleri
Doldurmuyor boşalmış olan hisli bir yeri”
Yahya Kemal Duyuş ve Düşünüş şiirinde annesinin ölümünden sonra oluşan boşluğu anlatmaktadır. Şairin ilimle edebiyatla uğraşması, hayatına devam ediyor oluşu kalbinde oluşan o büyük boşluğu dolduramamaktadır. Şair için o boşluk sıradan bir boşluk değil aksine “hisli bir yer”dir. Şairin bu boşluğu hisli olarak tanımlamasının nedeni alıntıda da ifade ettiği gibi yokluğun acı vermesinden kaynaklıdır. İlk başta acıyla kıvrandığını ve intihar etmeyi düşünen şair zamanla bu acıyla yaşamaya alışmıştır. Ancak ne yaparsa yapsın o boşluğun dolmayacağını da kabul etmiştir. Şair anne imgesini kullanmadan anne kaybı ile yaşadığı boşluğu sade ama bir o kadar da net ve çarpıcı anlatmıştır.
“Annemin naʹşını gördümdü;
Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle.
Acıdan çıldıracaktım.
Aradan elli dokuz yıl geçti.
Âh o sâbit bakış elʹan yaradır kalbimde.
O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler
Ne kadar engin ufuklardı bana;
Teneşir tahtası üstünde o gün,
Bakmaz olmuştular artık bu bizim dünyaya
Yaşayan her fani
Yaşayan ruh özler,
Her sıkıldıkça arar,
Dar hayatında ya dost ufku ya canan ufku.”
Şair Ufuklar adlın şiirinde ruh ufkunun bulunması gerektiğini ifade eder. Geniş ufukları seyretmek bile şairin yüreğine ferahlık vermez geçici bir teselli verir çünkü asıl ferahlık ve huzur kaynağı anne varlığıdır. Annesinin ölümü şair için en büyük kayıptır. Bunu 59 yıl geçmesine rağmen donuk bakışlarının hâlâ kalbinde yara olmasından da anlamaktayız. Yahya Kemal annesi hastalandıktan sonra geceleri bunula ilgili kâbuslar görmeye başlamıştır. Annesinin öldüğü bir kabustan uyanan şair korku ile annesinin odasına gittiğinde kâbusun bütün hayatına yayıldığını görür. Şair, Naime Hanım’ın kucağında yatan annesinin donuk bakışlarında acı ve yalnızlık aleminde kaybolur. Şairin yolunu (annesini) aradığı her sıkıldıkça arar dizelerinden de net olarak anlaşılmaktadır. Ancak bu öyle bir kayboluştur ki hayatı boyunca yolunu bulamamıştır.

“Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle bizʹdi o.
…
Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.
…
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.”
Şairin Üsküp’ü anlattığı Kaybolan Şehir‘de çocukluğuna ve Üsküp’e özlem, anne hatırası ele alınmaktadır. Şair özellikle “biz” ifadesini kullanmaktadır. Buradaki biz ifadesi ile kendisi ve annesini belki de çocuk Yahya’yı kastetmektedir. Şair burada sadece kaybedilen Üsküp’ü yad etmemekte aynı zamanda bu şehirde annesi ile geçirdiği güzel yılları da yad etmektedir. “Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa” dizesiyle annesini çok erken yaşta kaybettiğini vurgulamak ister. Bir günün başlangıcını ifade eden şafak kelimesi şiirde hayatın başlangıcı anlamında özellikle kullanılmıştır. Hayatın aydınlık çağı başlamadan annesini kaybeden şair için o şafak hiç sökmemiştir. Üsküp’ün kalbinde hayal ile kalması da yine annesi ile ilgilidir. Şair, Üsküp’ü çok seven ve öldükten sonra bile bu şehre gömülmek isteyen annesinin hayali ile Üsküp’ün hayalini kalbinde yan yana saklar. Çünkü annesini ve çok sevdiği şehri babası gibi birbirinden ayırmak istemez. Farklı bir bakış açısı ile baktığımız zamansa o topraklarda hem annesi hem de çocukluğu gömülü olduğu için hayal olarak sakladığı düşünülebilir. Şair bir sonbahar günü sadece annesini değil aynı zamanda çocukluğunu, aile sıcaklığını ve Üsküp’ü kaybetmiştir. Çünkü bütün bu unsurlar annesi ile bağlantılıdır. Bu yüzden de şiire adını veren “kaybolan şehir” ifadesi hem Üsküp’ün kaybedilmesiyle hem de anne imgesi ile bağlantılı olarak okunabilir. Annesinin soğuk ve donuk bakışlarında kendisini ve koca bir şehri kaybeden Yahya Kemal, Üsküp şehri temasını anne imgesi üzerine inşa etmiştir.
“Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya,
Rûh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya,
Duymaz bu anda taş gibi kalbinde bir sızı;
Farketmez anne toprak ölüm mâcerâmızı.”
Sonbahar adlı şiirinden anneye duyulan özlem, yaşadığı acı “anne toprak” ifadesi ile karşımıza çıkmaktadır. Büyük sevgi beslediği annesini toprağa gömen şair için toprak kutsallık kazanmıştır. Yahya Kemal‘in anılarında anlattığı sevgi dolu, merhametli anne imajı ile bu şiirde oluşturduğu taş kalpli anne imajı zıtlık oluşturmaktadır. Şiirin genelinde sonbahar mevsimi ele alındığı için böyle bir anne imajına yer verilir. Şiirde oluşturulan hava ve kullanılan ifadeler, okuyucuyu toprağa dönüş yani anneye dönüş düşüncesiyle anne kaybına yönlendirir.
“Şafaktan önce uyandım, bahar odamdaydı
Mayıs, çiçekleri etrafa öyle bir yaydı
…
Sürekli sevgiyi duydukça anne toprakʹtan.
İçimde korku nedir kalmıyor yok olmaktan.
…
Hayâtı râyiha sihriyle sindiren toprak,
Bugün ne semtine baksam, çiçek, çimen, yaprak!
İçinde râhata varmış yatan azîz ölüler
Demek ki böyle bahâr örtüsüyle örtülüler!ʺ
Şair, anne toprak ifadesini kullandığı Moda’da Mayıs adlı şiirinde ilkbahar mevsimini ele aldığı için Sonbahar şiirinin aksine daha olumlu bir atmosfer oluşturmuştur. İlkbaharın coşkusuyla mest olan şair için anne toprak bu sefer sevgi dolu kalbiyle etrafa güzellik saçar. İlkbaharın gelmesiyle tabiatın renklenmesini, canlanmasını anne toprağın sevgisine bağlayan şair, bu sevgi sayesinde ölümden korkamadığını da dile getirir. Toprak ve anne arasında derin bir ilişki oluşturan şair, toprağa gömüldüğünde anneye kavuşacağını düşündüğü için de ölümden korkmamaya başlar. “Şafaktan önce uyandım” ifadesi Kaybolan Şehir şiirindeki “Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa” dizesiyle incelendiği zaman şairin hâlâ annesinin öldüğü sonbahar gününde yaşadığı ve hayatına devam edemediği anlaşılır. Şair belki de annesinin öldüğü günün şafağına uyanmak istemediğinden bu şiirde şafaktan önce uyanmıştır. O kabus gerçek olmadığı için de mevsim sonbahar değil ilkbahardır. Çünkü o karanlık sonbahar gününden önce şairin hayatı renkler ve çiçeklerle doluydu.
Yahya Kemal‘in annesinin ölümü hayatında yaşadığı en büyük kayıp olduğu için şiirlerindeki ölüm düşüncesi anne imgesi ile bağlantılı şekilde karşımıza çıkar. Tanpınar, anne ve Üsküp imgelerinin Yahya Kemal’in zihninde aynı izdüşümü meydana getirdiğini düşünmektedir. Şairin şiirleri incelendiği zaman anne temasını işlediği bazı şiirlerde Üsküp imgesine de yer vermesi Tanpınar’ın düşüncesinin doğru olduğunu gösterir.
Ayın Solgun Yüzü ve Ahmet Haşim

Ahmet Haşim‘in babası Arif Hikmet Bey çok katı, sert mizaçlı bir yapıya sahip iken annesi sevgi dolu, merhametli, duygusal, kırılgan yapıya sahiptir. Babasından göremediği ilgi ve sevgiyi annesinden gören Ahmet Haşim’in hayatında annesi büyük bir yere sahiptir. Yahya Kemal’in annesi gibi vereme yakalanan Sâre Hanım‘ın çöküşünü ve ölüme yürüyüşünü seyreden Ahmet Haşim oldukça zor bir çocukluk geçirmiştir. 1893 yılında annesini kaybetmesiyle yaşadığı acı, üzüntü ve boşluk şiirlerine net bir şekilde yansımıştır.
“Bir hasta kadın, Dicle’nin üstünde, her akşam
Bir hasta çocuk gezdirerek, çöllere gül‐fâm
Sisler uzanırken, o senin doğmanı bekler
. . .
Sâhilleri sessiz dolaşan hasta hayâle
Bir nûr‐ı tesellî taşır alnındaki hâle
Hattâ o soluk çehreye nûrun dokunurken
Bir bûseye benzerdi ki gelmiş ona senden.
. . .
Sâkin soluyorken gece eşbâh u avâlim
Yalnız o ziyâlarda kalır sâkin ü muzlîm.
Ey mâh, cebînin o cebîn, keder ü gam
Altında o yorgun o soluk heykel‐i mâtem..”
Anneye duyulan özlemi ele aldığı şiirlerin çoğunu Şiir’i Kamer‘de toplayan şair bu kitaptaki şiirlerini Resimli Kitap dergisinde Dicle ve Annemin Hatıraları başlığı altında yayımlamıştır. Bu başlıktan da anlaşılmaktadır ki şair şiirlerinin çoğunda annesini ve onunla geçirdiği zamana duyduğu özlemi anlattığını kabul etmektedir. O adlı şiiri de bu kitaptaki ilk şiiridir. Şair “bir hasta kadın” ifadesiyle belirsiz bir özne oluşturmaya çalışsa bile okuyucu hem şiirin asıl başlığından hem de yayımlandığı üst başlığından annesini anlattığının bilincindedir. Kadının özellikle hasta diye belirtilmesi ve sürekli solgun, yorgun olmasına vurgu yapılması Ahmet Haşim’in annesinin hastalığından ne kadar çok etkilendiğini gösterir. Dicle kıyılarındaki annesiyle yaptıkları gece yürüyüşlerinden biri anlattığı bu şiirinde kendisini de hasta olarak ele alır. Çünkü annesi ile çok güçlü bir bağı bulunan Ahmet Haşim onun çektiği acıları kalben hissetmektedir. Şair hem ayın nurlu ama solgun ışığı ile annesinin ruh hali arasında ilişki oluşturmuş hem de ayın annesine teselli verdiğini anlatmıştır.
“Titrek, karışık, hasta, hayâlî, sarı gözler
Yerlerde açılmıştı; semâlar ölü, durgun
Olmuştu bütün hâb u hayâlât ile meskûn.
Bir vâlide, bir zevc‐i mükedder, sonra mübhem
Bir ince çocuk çehresi –ben– muzlim ü ebkem,
Bî‐his uzanan hastayı durmuş düşünürken,
Akşam mütemâdî dolarak pencerelerden,
Vermişti o sâkin odanın hüznüne bir renk,
Bir reng‐i kudûret ki eder bizleri dil‐teng.
Zulmet o kadar doldu ki âfâk silindi
Elvâha, mesâfâta, yere gölgeler indi.
Solmuştu o gölgeyle o sâkit ser‐i müşfik
Tüllerde yatan hastayı sarmıştı karanlık;
Gözler, ölü göller gibi bî‐lemʹa vü hâlî
Olmuştu bütün mevt‐i muhîtât ile mâli…”

Hasta İken şiirinde şair hasta halde yatan annesini anlatmıştır. Bu anlatımda her zaman olduğu gibi tabiat unsurlarını yer veren şair bu unsurlara olumsuz anlamlar yüklemiştir. Annesinin acı içerinde kıvranışını seyreden o gözeler gökyüzünün sonsuz maviliği yerine ölü durgunluğunu görür. Ayrıca hüzünle dolu odanın içine giren renk bile ruhunu ferahlatmaya yetmez aksine ruhunu daha da daraltır. Bütün bu karamsar, karanlık atmosfer oluşumu annenin hastalığı ile ilişkilidir. Şair korku içinde annesinin başucundan ayrılmaz. Ahmet Haşim bütün günlerini annesiyle geçirmesine rağmen annesini düşünmeyi bir an olsun bile bırakamaz. Bu durum başucunda beklemesine rağmen onu düşünmesinde de anlaşılmaktadır. “Solmuştu o gölgeyle o sâkit ser-i müşfik” dizesinden şefkatli, merhametli, sevgi dolu annesinin gölgeyle yani hastalıkla solduğunu, zayıfladığını anlatır. Aynı zamanda şefkat ve huzur kaynağı olarak gördüğü annesinin solmasıyla şairin içindeki şefkat, sevgi de solarak yerini karanlığa, yalnızlığa bırakır. Bu karanlık ve yalnızlık şairin hem gerçek hayatının hem de şiir aleminin hâkimi olur. Gittikçe hastayı saran karanlık imgesi ölümün habercisi olarak kullanılmıştır.
“Ey eski kamer, sen bizi elbette bilirsin!
Annemdi o nûrunda gezen zıll‐ı mehâsin,
Bendim o çocuk, bendim o sîmâ‐yı tahayyür
Bir gün ki hazân ufka kızıl dalgalı bir nûr,
Bir kanlı ziyâ haşrediyorken onu bir yed
Bir bâd‐ı haşîn aldı o rü’yâyı müebbed.
On beş sene evvelki hakikat hep o gündür
Rûhumda bugün zulmet‐i pür‐girye onundur”
Hâzân adlı şiirinde ise annesini artık kaybetmiştir. Şair, annesinin merhameti ve şefkatiyle huzurlu olduğu çocukluk yıllarını hüzünle hatırlamaktadır. Dicle kıyılarında yıldızların ve ayın ışığı ile gezdikleri günlerin yerini ölümün mevsimi olan sonbahar günlerinin soğukluğu almıştır. Şair birçok şiirinde olduğu gibi yine aya seslenmektedir. Şairin “eski kamer” ifadesini kullanması, annesinin solgun yüzüne nurunu veren ay ile annesinin ölümünden sonra gökyüzünde gördüğü ayın birbirinden farklı olduğunu düşünmesinden kaynaklanır. Annesinin ölümüyle birlikte ayın parlaklığı da solgunlaşmıştır. Ahmet Haşim biz ifadesi ile annesini ve kendisini ifade etmiştir. Tıpkı Yahya Kemal’in Kaybolan Şehir şiirinde yaptığı gibi. Annesinin hastalık sürecine yakından şahit olan şairin korku ve şaşkınlık içinde bir çocukluk geçirdiği anlaşılır. Ahmet Haşim bir sonbahar gününde annesini sonsuzluğa uğurladığını belirterek asıl gerçek günün o olduğunu düşünmektedir. Ahmet Haşim’de Yahya Kemal gibi yıllar geçse de yaşadığı acı gerçeğin hüznünün geçmeyeceğinin farkındadır. Ayrıca ikisinin de annelerini bir sonbahar günü toprağa verdiğini belirtmesi dikkat çekmektedir.
Ahmet Haşim’in ele aldığımız şiirleri dışında Nehir Üzerinde, Çıktığın Geceler, Hatime, Çöller, Sensiz gibi pek çok şiirini de anne teması üzerine inşa ettiği görülmektedir. Şairin anne temasını işlediği şiirlerde ay, karanlık, ışık, yıldız gibi unsurları sıklıkla kullandığı görülmektedir. Ayrıca anne tasviri çoğunlukla hasta, solgun, yorgun olarak yapılmıştır. Bu da annesinin hastalığının şairde bir travma etkisi yaratmasından kaynaklanır.
Dirilişin Simgesi Anne ve Sezai Karakaoç

İçinde bulunduğu çağın durumundan mutsuz olan Sezai Karakoç bilimde, sanatta, edebiyat alanında geride kalmış milletlerin özellikle de İslam dinini benimseyen milletlerin aksiyona geçerek bir diriliş gerçekleştirmesini ister. Uyanışın gerçekleşmesini isteyen ve şiirlerinde bu unsura yer veren şair Diriliş Şairi olarak anılmaktadır. Dirilişin gerçekleşmesi için öncelikle uyanışın daha sonra da çalışmak gerektiğini belirten şair dirilişin rehberi ve öncüsü olarak anneleri görür. Sezai Karakoç’un şiirlerinde anne imgesi diriliş imgesiyle birlikte içlenmiştir.
“Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür
Bir odun parçası aydınlatır ocağı
Annesi ateşin önünde perişan
Annesi ateşin içinde hür
Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür
…
Annesinin başı elleri arasında
Parmağında aydınlık günlerden kalma yüzük
Bir fotoğraf asılıdır duvarda
Aynaya, geceye, maziye dönük
Annesinin başı elleri arasında”
Şair Pişmanlık ve Çileler şiirinde anne imgesine toplumu yeniden diriltme görevini yükler. Bu şiirin genelinde annenin gücünün sınırlarını çizen şair onu ateş başında konumlandırarak göçebe yaşamdaki savaşçı kadın imgesini okuyucunun aklında canlandırır. “Maziye dönük” ve “aydınlık günlerden kalma yüzük” ifadelerinden hem şairin hem de şiirdeki anne imgesinin geçmişe özlem duyduğu anlaşılır. Yaşadığı çağdan mutsuzluk duyan Sezai Karakoç’un geçmişe özlem duyması şaşırtıcı değildir. Dirilişi organize eden anne, ateş gibi hürken bir yandan da ateş gibi düşmanı yakıp uzaklaştırmaktadır.
“Saçılır göğümüze
Savaşçı bilgin anne”
Şairin Gül Muştusu‘na ait olan bu dizelerden de anne imgesini savaşçı, cesur, bilgin bir konuma yerleştirdiği anlaşılır. Şair anne imgesini özellikle bu şekilde tasvir eder çünkü gelecek nesillere dirilişi aşılayabilmesi için bu donanıma sahip olmalıdır.
“Çocukluğumda öğretmişti annem
Aldanışı aşmayı
Köprüden düşmemeyi
Saçaklarda kolaylıkla gezmeyi
Yılan zehrini
Çatlamamış dudaklarla emmeyi
Soygunda soyulmamayı
Uçaktan düşülse de ölmemeyi
Büyüyü fark etmeyi”

Hızırla Kırk Saat adlı şiir kitabındaki bu dizelerde annesinin öğreticiliğini ön plana çıkarır. Şair bu dizelerde en ufak düşmeme eyleminden aldanmama eylemine kadar çocuğun her şeyi annesinden öğrendiğini vurgular. Bu gücü nedeniyle anne figürünü dirilişin bir sembolü, rehberi haline getirir. Şair söz konusu ideal anne imgesini kendi annesinden etkilenerek oluşturmuştur.
“Öldü anne ve mutfaklar kilitlendi
Kilerler boşaltıldı farelerce
Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere
Anne gitti ve sular buruştu testilerde
Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir
Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir
Bir vakitler anne açarken kapıyı
Şimdi kimse yok kapayacak kapıyı”
Evin Ölümü adlı şiirinde annenin ölümü ile hiçbir şey olması gerektiği olmadığı, her şeyin tersine döndüğü bir dünya anlatılır. Şair bu şiirde annenin birleştirici, inşa edici, düzenleyici karakterini anlatır. Özellikle “Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere” ve “Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir” dizelerinde anne figürünün aileyi birbirine ve eve bağlayan gizli gücüne vurgu yapar. Bir ailenin içinde anne yoksa o aile ve içinde yaşadığı ev dağılarak yok olmaktadır. Çünkü aileyi bağlayan o görünmez ip kopmuştur. Anne figürünün ölümüyle evin ölümü hatta ailenin ölümü gerçekleşmektedir. Şiirin ismi de bu düşünceden gelmektedir.
Sezai Karakoç annesinin yokluğu karşında çaresiz bir tutum sergilemez ve karamsar bir tablo oluşturmaz aksine annesinden öğrendiklerini yeni nesillere aktararak ideal bir model oluşturmaya çalışır. Annesinin öğretilerini kendi hayatında ve gelecek nesillerde yaşatmaya çalışan şairin Gün Doğmadan kitabındaki “Annem hiç ölmemiş gibi” ifadesinden bir nevi annesini de yaşatmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Anne teması karşısında çaresiz, karamsar bir tablo çizmemesi onu Yahya Kemal ve Ahmet Haşim‘den ayırmaktadır. Ele aldığımız şiirleri dışında daha pek çok şiirinde şefkat, merhamet, rehberlik, koruyuculuk gibi bağlamlarda anne temasını işlemiştir.
Kaynakça;
Erzen, Melih. ” Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’de Anne İmajı”. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi.35 (2014): 55-79
Yaşar, Hüseyin. “Sezai Karakoç’un Medeniyet Tasavvurunda Anne”.Journal of Turkish Studies 7.(2012):3215-3234



Mısraların yaratıcı çözümlenişiyle ve sizin onlara kattığınız güzel yorumlarla anne kavramının, edebiyat akımınlarının farklılıklarına rağmen 3 şairi de aynı kutsiyette birleştirmiş olmanız… Harika bir yazıydı!
Anne kavramının şairler üzerindeki farklı etkisini en ince detayına kadar anlatmış yazarımız, eline sağlık! Özellikle Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in yaşadığı anne eksikliğinin şiirlerinde bu kadar yoğun olduğunu ilk bakışta fark etmemiştim çok açıklayıcı ve anlaşılır hale getirdiği için yazarımıza teşekkürü borç bilirim.