Koca bir seneyi geride bırakırken 2023’ün sinema açısından ne kadar önemli bir sene olduğunu göz ardı etmek olmaz. William Friedkin, Matthew Perry, Norman Lear, Ryan O’Neal, Andre Braugher, Alan Arkin ve Glenda Jackson gibi kaybettiğimiz ustalar; Barbenheimer gibi ses getiren kültürel fenomenler ve oyuncumuz Merve Dizdar’ın 76. Cannes Film Festivalinden En İyi Kadın Oyuncu ödülüyle dönmesi bunlardan sadece birkaçı… Elbette tüm bunların yanı sıra 2023 bize, adını sinema tarihine yazdıracak ve belki seneler boyunca kendinden söz ettirecek birçok film armağan etti. İşte bu filmlerden en beğendiğimiz on tanesi:
Poor Things (Yorgos Lanthimos, İrlanda/İngiltere/ABD)

‘‘İçine biraz bilimkurgu ve bolca cinsellik serpiştirilmiş bir Art Nouveau dönem filmi’’ fikri halihazırda kulağa yeterince ilginç gelirken, tüm bunları oyuncuların kayda değer performansları ve Yorgos Lanthimos’un balıkgözü merceğinden görmek, konsepti çok daha ilginç kılıyor elbette. Ancak şunu söyleyelim ki, Poor Things tuhaf olmak için tuhaf olan filmlerden biri değil. Anakronistik kostümlerden, adeta bir kitabın sayfalarından fırlamış peri masalı ortamlarına kadar filmdeki her eksantrik dokunuş, bir amaca hizmet ediyor ve son derece başarılı işliyor. Film, oldukça zeki bir bilimci olan Dr. Godwin Baxter’ın (Willem Dafoe), Bella Baxter (Emma Stone) isimli hayatını kaybetmiş Londralı genç kadını tekrar hayata getirmesini konu alıyor.
Emma Stone’un performansı o kadar başarılı ki, tüm bu fantastik ortamlar ve şatafat arasında dahi kaybolup gitmiyor. Yeni doğmuş bir bebek gibi tereddütlü hallerinden, özgüveli ve gözüpek bir kadına dönüşme süreci oldukça başarılı aktarılıyor seyirciye. Son yıllarda ekseriyetle Marvel filmlerinde gördüğümüz ve aslında ne kadar farklı rollerin altınan kalkabilecek, çok yönlü bir oyuncu olduğunu neredeyse unuttuğumuz Mark Ruffalo ise, kim olduğunu adeta yeniden hatırlatıyor sinema camiasına. Özetlemek gerekirse, büyüleyici performanslar, göz alıcı ortamlar, kusursuz yönetmenlik ve son derece stilize edilmiş Frankenstein-vari bir hikaye; belki Bella’nın ruhu yok ama Poor Things’in ruhu olduğu kesin…
All of Us Strangers (Andrew Haigh, İngiltere)

Andrew Haigh tarafından yönetilen All of Us Strangers, kayıp ve yalnızlık hakkında oldukça etkileyici olmasının yanı sıra; melodram, manipülasyon, savunmasızlık gibi temaların son derece ustalıkla işlendiği bir film. Fleabag dizisinden tanıdığımız Andrew Scott, Londralı yazar Adam rolüyle kariyerinin en iyi performansını sergiliyor desek abartmış olmayız. Oturduğu apartmanda yangın alarmı çalmasıyla kendini sokağa atan Adam, koca binada bunu yapan tek kişi olduğunu fark etmesinin hemen ardından, altıncı kattan kendisine bakan komşusu Harry’i de (Paul Mescal) fark etmeden geçmiyor. Bir süre sonra aralarında bir ilişki başlıyor. Bu arada çocukluğunun geçtiği evi ziyaret eden Adam, 30 sene önce trafik kazasında kaybettiği anne ve babasıyla (Jamie Bell & Claire Foy) karşılaşıyor. Adam, ebeveynlerini 30 sene önceki halleriyle görüyor, yani karşılaştıklarında kendisinden daha gençler. Böylece onu tanıma fırsatı bulamamış ailesine hem kendini açma, hem de o küçükken yaptıkları bazı seçimleri sorgulama şansı buluyor.
Fakat Adam ve ailesi arasında geçenler Adam’ın kafasında mı yaşanıyor? Yoksa onları hayaletler olarak mı okumamız gerekiyor? Aslında bunlar afaki detaylar çünkü yönetmen Haigh, salt gerçeklikten ziyade duygulara odaklanmayı tercih ediyor ve oyuncularından da bunu destekleyecek şekilde oyun alıyor. Andrew Scott şefkatli ve biraz içine kapanık bir karakteri canlandırırken; Claire Foy, oğlunun büyüdüğünü görememiş bir anne olarak yürek burkuyor. Son olarak bambaşka bir film evreninde, en güzel haliyle, büyük bir büyücünün söylediği sözleri hatırlıyoruz: “Elbette ki bunlar kafanın içerisinde oluyor Harry, ama bu neden gerçek olmadığı anlamına gelsin ki?“…
May December (Todd Haynes, ABD)

Todd Haynes’in türler arasında gezinen, eleştirmenlerin kara komedi mi, dram mı, karakter çalışması mı diye tartışmaktan bir türlü tam anlamıyla çözümleyemedikleri son filmi May December, ne tesadüftür ki insanları tam anlamıyla çözümleyemeyen bir aktrisin hikayesini konu alıyor. Juilliard mezunu tanınmış oyuncu Elizabeth Berry (Natalie Portman), gerçek hayat hikayesinin anlatıldığı bir filmde canlandıracağı karakteri yakından tanımak için, karakterin evine ziyarete gidiyor. Bu karakter ise 36 yaşındayken 7. sınıfa giden bir çocukla aşk yaşayan, üstelik de bu ilişkiden hamile kalan ve bunun sonucunda hapse giren Gracie (Julianne Moore). Elizabeth, Gracie’yi magazin haberlerinden takip ederek çok iyi çözümlediğini düşünüyor ancak işler hiç de beklediği gibi gelişmiyor.
Portman ve Moore’un başarılı oyunculuklarıyla beğeni toplayan film, insan ilişkilerine dair derinlikli bir bakış açısı sunarken, seyirciyi birçok tabuyu yeniden düşünmeye zorluyor. Filmin ismi ise İngilizcede, aralarında yaş farklı olan çiftlerin ilişkileri için kullanılan bir deyişten geliyor: May, Mayıs; December ise Aralık demek. Yani bu söz, ömrünün baharında olan ve ömrünün sonunda olan iki kişinin ilişkisini ima ediyor.
The Zone of Interest (Jonathan Glazer, İngiltere/Polonya/ABD)

Tüyler ürpertici Holokost draması The Zone of Interest, dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivalinden Grand Prix ödülüyle döndü. Film, gerçek karakter olan Nazi subayı Rudolf Höss (Christian Friedel) ve eşi Hedwig’in (Sandra Hüller) yaşadığı hayatı konu alıyor. Bu aile, bir milyondan fazla insanın öldürüldüğü Polonya’daki Nazi kampı Auschwitz’in duvarının hemen diğer tarafında; bahçeli, havuzlu ve son derece bakımlı bir evde yaşıyor.
Her ne kadar Hedwig evinin dışındaki her şeye karşı ilgisiz bir şekilde hayatına devam etse de, hemen hemen her sahnenin arkaplanında belli belirsiz bir metalik vızıltı, kimi zaman da boğuk insan çığlıkları, köpek havlamaları ve silah sesleri duyuluyor. Bir bakıma film, orada yaşanan olaylara sağır kalmaması için seyirciyi zorluyor. Bu noktada elbette Johnnie Burn imzalı ses tasarımının ve Mica Levi tarafından bestelenen müziklerin etkisi yadsınamaz. Film için Höss ailesinin evinin tıpkısı olan bir replika inşa edilmiş. Yönetmen Jonathan Glazer ile görüntü yönetmeni Łukasz Żal filmi, evin farklı noktalarına yerleştirdikleri ve oyuncular tarafından görülmeyecek şekilde gizledikleri on adet kamera ile çekiyorlar. Sonuç olarak ortaya çıkan eser, ekibin gerçekliği çarpıcı ve yalın bir biçimde yansıtmanın en yaratıcı yollarını bulduğunu kanıtlıyor.
Our Body (Claire Simon, Fransa)

Fransız belgesel yönetmeni Claire Simon’un son filmi Our Body, Paris’teki bir devlet hastanesinin Kadın Hastalıkları ve Doğum kanadında geçiyor. Film, bu tarz diğer yapımlardan alışık olduğumuz gibi belirli hastalıklar, tedavi politikaları veya bürokrasi gibi konularla ilgilenmiyor. Hastanenin günlük işleyişini takip ederek, her kadının başına gelebilecek, bazen en özel, bazen neşeli, bazen korkutucu durumları gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Simon, kadın bedeni içerisinde yaşamanın en primitif haliyle nasıl bir şey olabileceğini, birçok farklı geçmişten, yaştan ve milliyetten insan aracılığıyla gösteriyor.
Plansız hamileliği sonlandırmak isteyen ergen kız, kanser hastası hamile kadının bebeğini doğurmak için verdiği mücadele, trans bireyin babası ameliyata izin vermediği için yaklaşık bir sene (18 yaşına gelene kadar) beklemesi gibi birçok farklı durum, Simon’un lensinden filme alınıyor. Filmin en etkileyici kısımlarından biri ise kuşkusuz, yönetmen Simon’un kendi sonuçlarını duymak için kameranın diğer tarafına geçtiği bölüm. Tüm izlediğimiz hikayeler, bu korkuların, arzuların ve mücadelelerin aslında hepimizin -hatta filmin yönetmeninin bile- karşılaşabileceği durumlar olduğunu hatırlatıyor seyirciye.
The Delinquents (Rodrigo Moreno, Arjantin)

Ya hayatınızın geri kalanında hiç çalışmanıza gerek kalmayacak miktarda para çalabilseydiniz? Bu gerçekten emekli olana veya ölene kadar çalışmaktan daha mı iyi olurdu? Bir noktadan sonra bu durumdan sıkılıp hayattaki tüm amacınızı yitirdiğinizi hisseder miydiniz? Bunların hepsi elbette üstünde düşünmeye değer sorular ve The Delinquents seyirciye tüm bu soruları sordururken, bir yandan alışılmışın oldukça dışında cevaplar vermeyi de ihmal etmiyor.
Rodrigo Moreno tarafından yönetilen film, Morán (Daniel Elías) ve Román (Esteban Bigliardi) adında özgürlük ve macera peşinde koşan iki suçlunun hikayesini konu alıyor ve üç saatlik varoluşçu bir serüven vadediyor. Gittikçe daha sıra dışı bir soygun hikayesine dönen The Delinquents, özellikle ikinci yarısından sonra olayların birbirinin içine geçmesiyle son derece enteresan bir hal alıyor.
La Chimera (Alice Rohrwacher, İtalya)

Alice Rohrwacher tarafından yönetilen ve Cannes Film Festivalinde prömiyerini yapan La Chimera, -biz dahil- birçok eleştirmen için, ana yarışmanın en tuhaf ve sınıflandırması zor filmlerinden biriydi. Film, Arthur (Josh O’Connor) isimli bir İngiliz adamın İtalya’ya giderek, Etrüsk mezarlarının yerlerini tespit eden, bunları kazan ve yağmalayan bir gruba katılmasını konu alıyor. Söz konusu kaçakçılar bu buldukları eserleri Spartaco isimli esrarengiz bir şahsa satıyorlar.
Yönetmen Rohrwacher’ın bundan önceki filmi Mutlu Lazzaro’dan da (Lazzaro Felice – Happy As Lazzaro, 2018), anlatıyı her zaman dolaylı bir yaklaşımla ele almasına ve filmlerini tam anlamıyla çözümlemenin biraz zaman almasına alışığız. Bu film de anlatı bakımından bunun bir istisnası değil fakat, çerçeve oranının rüya, mantık ve gerçeklik arasında gidip gelirken sürekli değişmesi gibi detaylar neticesinde şunu anlamak hiç zaman almıyor ki, son derece özgün bir filmle karşı karşıyayız. Aynı zamanda oldukça yaratıcı bir mizah anlayışına sahip olan La Chimera, enteresan olduğu kadar dengenizi bozacak cinsten de bir film.
Evil Does not Exist (Ryûsuke Hamaguchi, Japonya)

Usta Japon yönetmen Ryûsuke Hamaguchi, Oscar ödüllü Drive My Car filminden sadece iki sene sonra daha mütevazı ama bir o kadar etkileyici bir filmle sinemaya geri döndü. Önceki filminde birlikte çalıştığı besteci Eiko Ishibashi’nin bir eserine eşlik etme fikriyle ortaya çıkan senaryo, bir süre sonra dallanıp budaklanmış ve seyirciyi insanlık ve doğa üzerine düşünmeye teşvik eden, incelikle işlenmiş bir filme dönüşmüş. Filmde, küçük kızıyla birlikte Japonya’nın uzak bir bölgesinde son derece basit bir hayat süren Takumi’nin (Hitoshi Omika) hikayesi anlatılıyor. Uzun, estetik açıdan kusursuz denebilecek kadar güzel ve seyircinin içini huzurla dolduran sahnelerde Takumi’nin ağaç budadığını ve yakındaki bir restoran için su topladığını görüyoruz. Ancak bu huzur, bölgeye glamping (lüks kamp) getirecek yeni bir proje nedeniyle tehdide uğruyor. Bu proje başta bölge halkı için olumlu bir gelişme olarak lanse edilse de, bir süre sonra yangın tehlikeleri gibi hesaba katılmayan birçok şey olduğu ve aslında söz konusu çıkarları olduğunda insanların doğaya ne kadar zarar verebileceği, ne kadar ileri gidebileceği ortaya çıkıyor.
Hamaguchi’nin açılarına, çekim tekniğine ve sinematik hikaye anlatımına hayran olmamak elde değil. Önceki filmleri gibi Evil Does not Exist de oldukça yavaş ilerliyor ancak bu durum seyirciyi rahatsız etmiyor, aksine görüntülerin estetiğini takdir edebilmeleri için onlara zaman tanıyor. Filmin sonu ise üzerinde saatlerce düşünülebilecek kadar etkileyici, nitekim final jeneriği aktıktan saatler sonra bile sizinle kalmaya devam ediyor.
The Taste of Things (Tran Anh Hung, Fransa)

Fransa’nın 2024 Oscar adayı Tran Anh Hung imzalı The Taste of Things, mutlaka tok karnına izlenmesi gereken bir film, zira kendinizi bir anda ekrana ekmek banmaya çalışırken bulamanız kuvvetle muhtemel. Sinema tarihinde yemek filmleri çoktur, ancak beyaz perdede hiçbir yemek Dodin (Benoît Magimel) ve Eugénie’in (Juliette Binoche) yaptıkları kadar lezzetli görünmemişti desek abartmış olmayız. Öyle ki filmi izlerken pastaların, tavukların, çorbaların kokusunu neredeyse duyabiliyorsunuz. Ancak tabii ki The Taste of Things, tüm bu yemek hazırlıklarının altında çok daha derin katmanlara sahip. Dodin ve Eugénie yaklaşık yirmi senedir birlikte çalışıyorlar. Aralarında çok derin bir bağ olduğu belli ancak ilişkilerinin doğasını tam anlamıyla çözmek kolay değil. Aynı evde yaşıyorlar ve ara sıra geceleri aynı odayı paylaştıklarını görüyoruz. Bir süre sonra Dodin’in Eugénie’e dört kere evlenme teklifi ettiğini ancak her seferinde reddedildiğini öğreniyoruz. İlişkileri, aynı tutkuları paylaşan iki insan olarak karşılıklı saygıya dayalı bir partnerlik ve onlar için birlikte yemek pişirmek, bir yaratma eylemi.
Yönetmen Tran Anh Hung, mutfağın dışında olup bitinle pek ilgilenmeden, birlikte yemek pişiren bu iki kişiyi takip ederek; çoğu evlilikten daha derin, şefkatli bir ortaklık gösteriyor ve çok hassas bir dengeyi ustalıkla yakalamayı başarıyor. Bize öyle geliyor ki, insanın üç temel ihtiyacı olan yiyecek, güvenlik ve sevgi, aslında o kadar iç içe geçmiş durumda ki, biri olmadığında diğerlerinden tam anlamıyla keyif almak çok da mümkün olmuyor. Esasen bu filmde de birbirleri için bu üç temel insani ihtiyacı karşılayan bir çifti izliyoruz. Nihayetinde The Taste of Things bize gösteriyor ki, birini sevmek ve ona yemek yapmak aslında birbirlerinden çok da uzak şeyler değil…
Dolunay Katilleri – Killers of the Flower Moon (Martin Scorsese, ABD)

Martin Scorsese tarafından, David Grann’in çok satan aynı isimli kitabından uyarlanan Dolunay Katilleri bu sene çok ses getirdi. Scorsese, yaklaşık üç buçuk saatlik filminin ilk iki saatinde, Hollywood’a bir çeşit yavaş sinema denemesi getiriyor desek yeridir. Ernest Burkhart ile William “King” Hale’in (Scorsese’nin sadık yaverleri Leonardo DiCaprio ve Robert De Niro) entrikaları ve günahları; D. W. Griffith ve Cecil B. DeMille’i hatırlatan statik kamera hareketleriyle beyaz perdeye aktarılıyor. Gerçek olaylara dayanan filmde, Osage halkına karşı ayan beyan işlenen suçların altında seyirci o kadar eziliyor ki, bir süre sonra ‘‘Neden kimse bir şey yapmıyor?’’ diye haykırmak isterken buluyorsunuz kendinizi.
‘‘Bu resimdeki kurtları bulabilir misin?’’ (‘‘Can you find the wolfes in this picture?’’) diye yüksek sesle okuyor Leonardo DiCaprio filmin başında, bir çocuk kitabından. Bu oldukça önemli bir replik, zira ‘‘picture’’ kelimesi İngilizcede hem resim hem de film anlamında kullanılır, dolayısıyla Scorsese izleyiciyi daha en başından, filmdeki kurtlara dikkat etmeleri konusunda uyarıyor. Aslında bu filmdeki aç gözlü, vahşi kurtlar hiç de gizli değil. Dolunay Katilleri, kötülüğün filhakika gözler önünde işlendiğini seyircinin yüzüne tokat gibi vuruyor. Son olarak bahsetmeden geçmeyelim, Lily Gladstone’un Mollie rolündeki performansı, içi öfkeyle dolu sessiz bir senfoni adeta. Bu sene kendisini En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar adayı görmemiz kuvvetle muhtemel. Uzun lafın kısası, son filmi Dolunay Katilleri’nde Martin Scorsese, seyirciye sadece bir film vadetmiyor… Tarihin, kötülüğün ve insanlığın iç içe geçtiği, karmaşık ve düşündürücü bir hikaye sunuyor. Neticede bu çarpıcı filmden seyirci, hem filmdeki hem de tarihteki kurtları bulmuş olarak çıkıyor.


