20. yüzyıl edebiyatı 19. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıl ortalarına, Modernizm’den Postmodernizm akımına uzanan döneme ve bu süreçte keşfedilen inanılmaz çeşitlilikte sanatsal ve felsefik akımlara ev sahipliği yapar. Bu dönem, iki dünya savaşı, hızla gelişen ve sanayileşen dünya, kentleşme ve bunlarla beraber insanın bilim, siyaset, din ve topluma olan bakış açısında geniş çaplı dönüşüme eşlik eder. Böylesine değişken ve istikrarsız bir tarihi bağlamda insanın gerçekliğe, sanata ve kendine olan bakış açısının da sabit kalması beklenemeyeceğinden, özellikle felsefi alanda Heidegger, Sartre, Foucault, Beauvoir, Barthes, Nietzsche ve Derrida gibi isimler tarafından geliştirilen çeşitli fikir ve düşünceler edebiyat dünyasına da yansımıştır. Bu açıdan, 20. yüzyıl’da yazılan kitaplar Aydınlanma Çağı’nda “insan”, “insanın bütünlüğü” ve “insan zekası”na duyulan güven ve “ilerleme”ye dair olan inancın kayboluşunu ve bu parçalanmanın farklı perspektiflerden nasıl tecrübe edinildiğini yansıtır. Bu yazımızda sizler için 20. yüzyılın ve modern çağın düşündürücü ve etkileyici kitaplarından bir seçkiyi sizler için bir araya getirdik.
Not: Bu listeye yüzlerce kitap eklenebilir ancak biz 8 tane kitabı seçtik. Diğer seçkilerimizde buluşmak üzere.
1) A Portrait of the Artist as a Young Man / Sanatçının Bir Genç Adam olarak Portresi – James Joyce (1916)
20. yüzyılın en çok ses getiren kitaplarından Ulysses’in yazarı James Joyce’un ilk romanı olan Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi hem Joyce’un otobiyografik yazımına hem de bir sanatçının farklı sosyal çevrelerin ve deneyimlerin içinde kendini keşfetme sürecine yer verir. Bu yolculukta, her bölümde ana karakter Stephen’ın sesi, inanç, aile, dil, ulus, estetik ve güzellik kavramları arasında büyüyüp gelişirken, Stephen Dedalus, bu kavramlar arasında kendi sesini bulmaya çalışan bir sanatçı olarak sunulur. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, Stephen Dedalus’un kendi karakterini inşa etme çabasını dile getirirken, bizlere kaotik seslerle dolu dünyada yalnız bireyin modern dünyaya karşı kendine özgü bir yaklaşımı arayaşını da portreler.
“İster evim, ister yurdum, ister kilisem olsun, inanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim; ve kendimi olabildiği kadar özgürce ve olabildiği kadar bütünlükle dile getireceğim bir hayat ya da sanat tarzı bulmaya çalışacağım, kendimi savunmak için de kullanmasını bildiğim silahları kullanacağım; sessizlik, sürgün ve kurnazlık.“
2) Mrs. Dalloway – Virginia Woolf (1925)
1882-1941 yılları arasında yaşayan, en önemli modernist ve feminist yazarlardan biri olan Virginia Woolf‘un kaleminden Mrs. Dalloway, Clarissa Dalloway’in hayatının bir gününü anlatır. Woolf’un öncüsü olduğu bilinç akışı yöntemini en etkileyici şekilde kullandığı roman dönemin görecelilik kavramını öne çıkarır. Bir romana göre az sayıda sayfadan oluşmasına rağmen, yoğun, komplike ve sindirmesi zaman alan yazım tarzıyla Mrs. Dalloway, zaman ve mekanın her insan tarafından tamamen farklı açılardan algılandığını vurgular. Birinci Dünya Savaşı sonrası Londra’da o gün evinde vereceği parti için hazırlanan Clarissa Dalloway’in yalnızca bir gününü anlatan roman, aktif bir olay örgüsü ve eylemden ziyade karakterlerin iç dünyasındaki düşünce ve duygularına ağırlık verir. Bunu yaparken modernizme öncü olan roman, bir karakterin gelişiminden ziyade her karakterin birbiri ile olan ilişkisini ve birbirine karşı olan bakış açısını aynı anda bir araya getirir.
“Hayat dediği bu şeyin kendisi için anlamı neydi ? Ah, ne kadar garipti.”
“Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum.”
“Ah yeni baştan yaşayabilseydim hayatımı!”
3) The Great Gatsby / Muhteşem Gatsby – F. Scott Fitzgerald (1925)
Amerikan yazar F. Scott Fitzgerald‘ın hızla gelişen, zenginleşen ve değişen 1920’ler ABD’sinden bir kesit sunan Muhteşem Gatsby, anlatıcı Nick Carraway’in genç ve gizemli milyoner Jay Gatsby’nin Long Island’daki gösterişli hayatı ve unutamadığı sevgilisi Daisy Buchanan’la etkileşimini anlatır. Yüzeyde yalnızca Gatsby’nin Daisy’e olan saplantılı aşkını dile getiren roman, bu olay altında dönemde her şeye olan inanç gibi, ışıltılı “Amerikan rüyası”na olan inancın da yıkılışını gözler önüne serer. Romanın şaheser niteliği sadece Fitzgerald’ın Caz çağının ve toplumunun abartılı yaşamının altında bozulmuş sosyoekonomik değerleri eleştirmesinde değil, kahramanı Gatsby’nin umutsuzca içindeki boşluğu tamamlayacak bir şey aramasını farklı sembollerle sunma şeklinden da kaynaklanır.
“Hem içinde hem dışındaydım, yaşamın durmak bilmez çeşitliliği karşısında hem büyüleniyordum hem de tiksiniyordum.”
4) The Stranger / Yabancı – Albert Camus (1942)
Yabancı aslında insan ile dünyanın birbirine ne denli “yabancı” olduğunun içine doğulan toplum düzeninin bir “absürd”, “saçmalık”tan ibaret olmasından kaynaklandığını yansıtır. Romanın ana karakteri Mersault yalnızca dış dünyaya, inanca ve normlarına değil, cinayete ve ölüme uzanan olay örgüsünde kendine de yabancılaşır. Albert Camus‘nün felsefesi egzistansializm (varoluşçuluk) ile örtüşen ana karakter, inanacak bir kavram olmadığında dünyanın kendi başına anlamsız ve anlaşılamaz (absürd) olduğundan bitkindir. Bu sebeple, karşılaştığı olaylara toplumdan sıyrılmış kendi yalnızlığında bir umursamazlık, kabullenmişlik, sorgulayış, duygusuzluk ve bir hiç hesaplaşma ile yaklaşır. Yabancı bize absürd düzenden kendini soyutlamış ve bu yüzden cezalandırılmış bir insanın bakış açısını sunar.
“Ama herkes bilir ki, hayat yaşamaya değmez. Aslına bakarsanız, insan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde, pek önemli değildi. Çünkü, her iki halde de, pek doğal ki, başka erkekler de, başka kadınlar da yaşayacaklardı, hem de binlerce yıl. Sözün kısası, hiçbir şey böylesine açık değildi…”
5) Wide Sargasso Sea / Geniş, Geniş Bir Deniz – Jean Rhys (1966)
Jean Rhys‘in kaleme aldığı Geniş, Geniş Bir Deniz, İngiliz klasik yazarlarından Charlotte Brontë‘nin Jane Eyre adlı romanındaki kurgu karakter Bertha Mason’ın hayatını onun gözünden bizlere sunar. Jane Eyre‘da “the mad woman in the attic” (çatı katındaki çatlak kadın) arketipine örnek olan Bertha Mason’a ilk romanda bir ses tanınmamıştır. Yalnızca ırkına vurgu yapmak ve ötekileştirmek için kullanılan “Creole” (renkli), saldırgan ve çılgın gibi sıfatlarla tanımlanan karakter Thornfield Malikanesinin üçüncü katında eşi Mr. Rochester tarafından kilitlenmiş bulunmaktadır. Jane Eyre, Bertha Mason hakkında öğrendiğimiz her şeyi diğer karakterlerin ağzından anlatır. Öte yandan, Geniş, Geniş Bir Deniz, Bertha Mason’ı öyküyü ilerletmek ya da sonuca ulaştırmak için kullanılan herhangi bir öğe, obje olarak kullanmaktan ziyade Bertha’yı bir ana karakter olarak bahsedilen deliliğe sürükleyen sürece ışık tutar. Geniş, Geniş Bir Deniz, ötekileştiren diğer bir ses olan Bertha Mason’ın bakış açısı ile 19. yüzyılın kadını, ırkları ve toplumları ötekileştiren, kalıplaşmış sözlüklerini sarsacak bir roman niteliğindedir.
“…çoğu kez soruyorum kendime, kimim ben, vatanım neresi, nereye aitim, zaten neden doğmuşum diye.”
“Her zaman başka bir taraf vardır, her zaman.”
6) Beloved / Sevilen – Toni Morrison (1987)
7) Saatleri Ayarlama Enstitüsü – 1961
Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın ve Türk Edebiyatı’nın en bilinen eserlerinden biri olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü döneme ve içinde yazıldığı bağlama ayna tutar. Türkiye coğrafyasındaki insana 20. yüzyıl’ın nasıl bir etki bıraktığını gösteren eser, yaşamı boyunca II. Abdülhamit, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerine şahitlik etmiş Hayri İrdal’ın anılarını ele alırken karakterin bulunduğu zaman ve mekan arasında kaldığı ikilemler arasında nasıl parçalandığını ve bu parçalanmışlığı iç dünyasında, kendi “saat”iyle nasıl tecrübe ettiğini çeşitli sembollerle aktarır.
“Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…
Bu da gösterir ki, zaman mekân, insanla mevcuttur.”
“İnsan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz.”
8) The Passion of New Eve – Angela Carter (1977)
Çok bilinmeyen başyapıtlar arasında Angela Carter‘ın The Passion of New Eve adlı romanı kolaylıkla bulunabilir. Diğer klasiklerle önemine ayna tutması ve eleştiride bulunması noktalarında aynılaşsa da, The Passion of New Eve anlam zenginliği ve postmodernist kurgusuyla bizleri hayran bırakan bir anlatıma sahip. İkinci dalga feminizmin ortaya çıktığı yıllarda yayımlanan roman, yüzyıllarca kalıplaşmış hiyerarşik cinsiyet rollerine ve ikili düşünce sistemine sürreal bir tarzla meydan okumakta. Fakat roman yalnızca “ötekileştirilen” rollere ses vermekle kalmayıp, kurulan ve kurulacak olan ve masum gibi görünen her esasçı düşünce sistemi ve kimliği eleştirerek feminizme yeni bir bakış açısı getirmekte. Post-feminizm‘in bir öncüsü sayılan Carter, başkahramanı Evelyn’in mitolojik ve cinsel bir yolculukla nasıl Eve’e dönüştüğünü anlatırken toplumsal cinsiyet normlarını ve düşünce sistemlerini distopik bir bağlamda yıkar.
“Zaman bir adam, mekan ise bir kadındır.”