Cinsiyet, isimler, yargılar, bize sorulmadan üzerimize atanan kimlikler, kendimiz olmaya doğru bir yol bulduğumuz da üzerimize çevrilen bakışlar. Kalıplara girmek ne kadar kolaysa, onlardan çıkma mücadelesi de bir o kadar zor. Bu mücadeleye 8 yaşında başlayan, kendini kız gibi hisseden ama biyolojik olarak erkek doğan birinin hikayesine ortak oluyoruz. İspanyol yazar ve yönetmen Estibaliz Urresola Solaguren‘in, yumuşak bir şekilde delip geçen ilk uzun metrajlı filmi, Céline Sciamma‘nın Tomboy ve Emanuele Crialese‘nin L’Immensità gibi bir trans ya da non-binary çocukluk çalışmaları halkasına bir yenisini ekliyor.
Alçakgönüllü ve dolambaçlı bir şekilde karakter odaklı olan, Türkiye prömiyerini 42. İstanbul Film Festivali‘nde yapan film, sekiz yaşındaki bir çocuğun kendini bulmasına yönelik kadameli adımlarını sunuyor.
“Nasıl sen kim olduğunu biliyorsun da, ben bilmiyorum?”
Ane, Fransa’nın güneybatısında yaşayan bir heykeltıraştır. Gorka ile olan evliliğinde parasal kaygılar ve sorunlar yaşar. En sorunlusu Aitor, olan üç çocukları ile birlikte yaşarlar. Sekiz yaşındaki Aitor’un kimliğine dair endişeleri ve kendi kendini sorgulaması, Ane’in çocukları yaz tatili için İspanya’nın Bask Ülkesi’ndeki sınırdan uzak bir köye götürdüğünde ortaya çıkar. Artık kendini arıcılık işine adamış dul annesi Lourdes’in yanında kaldıkları bu süre zarfı içinde, birçok şey yeniden adlandırılır.
Filmin geçtiği küçük yazlık köy, herkesin herkesi ilk adıyla tanıdığı türden bir yer. Fakat Aitor, başka türlü anılmayı tercih ediyor. Biyolojik olarak erkek olarak doğan çocuk, kendisini açıkça bir kız olarak tanımlamaya başladığında, filmin tüm atmosferine etki eden, çığ gibi büyüyen bir ikilem yaratmaya başlıyor. Basitçe ifade edilen ama cevaplanması zor bir soru bu; kim olduğumuzu nasıl bilebiliriz? Aitor, doğumunda ona verilen isimle özdeşleşemiyor ve kişisel bir kimlik krizinin zirvesine doğru küçük ayaklarıyla koşuyor. Aitor, başlarda takma adı olan “Coco“yu kullansa da, zamanla bu isimde bir alay konusu olduğundan, bundan da uzaklaşıyor. Aitor hiçbir zaman olmadı, Coco olmak istemiyor, peki kim?
Coco, annesinden “Lucía” adını kullanmasını istiyor. Ane, Lucia’nın cinsiyet kimliğini hiçbir zaman tam olarak bu terimlerle ifade etmese de, onun kim olmak istediğini inkar etmiyor. Büyük endişeler içerinde çocuğuna nefes alanı yaratmaya çalışıyor, kim olmak isterse olabileceğini, bunun onun kararı olduğunu söylüyor. Fakat filmin sonlarına kadar tam net değil. Bunun aksine kocası, Lucia’nın henüz kim olduğuna karar vermek için çok küçük olduğunu iddia ederek, bu yaşta henüz cinsiyet kimliklerine tek başına karar veremez diye düşünüyor. Lucia’ya başından beri dilediği gibi davranan tek bir karakter var, o da büyükannesi Lourdes. Onunla konuşurken dişil zamirler kullanıyor ve kim olduğunu bulma yolcuğunda ona eşlik etmekten çok memnun. Kimsenin onun kendi varlığıyla ilgili isteklerini görmezden gelmesini istemiyor. Estibaliz Urresola Solaguren’in ilk uzun metrajlı kurgu filmi olan bu içten aile dramasında hemen fark edilebilir bir nezaket ve incelik var. Çocukların ve bu krizlerle yüzleşen yetişkinlerin yaşadıklarını, geniş bir ailede olmanın getirdiği duygusal zorluklarla beraber anlamamızı istiyor.
“Keşke ben de ölsem ve kız olarak tekrar doğsam.”
Büyükannesiyle bir yürüyüşte, yaşlı yabancılar onun dağınık siyah saçları ve rengarenk kıyafetleriyle ne kadar güzel bir kız olduğunu çoşkuyla söylüyorlar, büyükannesi de onlara eşlik ediyor. Fakat bu arada diğer aile üyeleri ve arkadaşları ona eril zamirlerle hitap ediyor. Duygusal bir karmaşaya giden Lucia’nın gözünün içine baktığı tek bir kişi var aslında, o da annesi. İlk önce ve belki de sadece annesi tarafından kabul görmek istiyor. Ane, film boyunca kızını bu tür hatalar ve tutarsızlıkları görmezden gelmesi için teşvik ediyor: “Kız eşyası veya erkek eşyası diye bir şey yoktur”, “İstediğin kişi olabilirsin.” gibi cümlelerle sabit ebeveynlik ilkelerinin dışında, ilerici bir duruşla görüyoruz hep onu. Fakat görünmez bir çizgisi varmışçasına, o çizgiye geldiğinde durmayı tercih ediyor. Coco’nun yaşındaki çocukların cinsiyetsiz olabileceği fikrine sığınıyor ama babasının sanatsal mirasını bırakmayı reddettiği gibi, çocuğunun erkek doğum adını da bırakmayı reddediyor. Endişeleri yüzünden cinsiyet hakkında onunla tam olarak konuşmaktan uzun bir süre çekiniyor. Yanlış bedende doğup doğmadığını merak eden bir çocuk için, bu kaçınma, giderek daha da boğucu bir hal alıyor.
Hikayedeki çatışmada çoğunlukla erkekler yok, arka planda kalan bir etkiye sahip olduklarını gösterir nitelikte bir işleniş var. Varlıkları çoğu zaman görünür olmasa da, kadınların üzerindeki etkilerini hissedebiliyorsunuz. Ane’in aynı zamanda bir sanatçı olan rahmetli babasının gölgesi, kocasının gölgesinden çok daha büyük. Onun üzerinde bu iki figürün de baskısı oturuyor.
Filmin başlığında ima edilen temayı kanalize eden karakter Lourdes. O bir arıcı, başlangıçta arılardan korkan Lucia’yı kovanların dünyasıyla sakin ve sıcacık bir sekansla tanıştırıyor. Bu sembolik bal küpleri etrafında vızıldayan arılar, film genelinde anlamlı bir metafor. Kovan zihniyeti, çevresel faktörlere duyarlılık, larvaların dönüşerek, deri değiştirme aşamalarından geçerek büyüme şekli ve Ane’nin heykelsi kalıplarını yapmak için onlardan dönüştürdüğü balmumu gibi semboller izleme deneyimimizi zenginleştirirken aynı zamanda çok fazla şey de anlatıyor.
Hikayenin kırsal alanda geçiyor olması, aslında herkesi söz hakkı sahibi yapıyor. Lucia, artık Aitor olmak istemiyor, yalnızca Lucia olarak anılmak istiyor. Fakat kırsal çevrenin küçüklüğü yüzünden bunu önce o alandaki herkese kabul ettirmesi gerek. Küçük bir alanda, geniş bir ailede, herkesin ortadaki konu hakkında fikirleri vardır. Herkes fikir beyan etmek ister, konuşmak ister, ortak yargılar fikrin asıl sahibini görmezden bile gelebilir. Kendi dışındaki herkesin seslerini duyar, o sesler o kadar büyür ki kendi sesini duyamaz olur. Lucia’nın o yazlık köyde yaşadığı şey de bu. Kırsal alanda özgürlük ancak kendini başkalarına tanıtma zorunluluğundan geçiyor ve onlar seni istediğin şekilde kabul etmeyebilir. Peki o zaman ne yapılır?
Solaguren bir bireyin filizlenen transseksüel farkındalığını şefkatli bir biçimde, doğayla iç içe işliyor. Trans topluluğunda önemi zaten belirgin bir şekilde yerleşmiş olan denizkızı sembolizminin bolluğu da ilk bakışta fark edilir konumda. Senaryonun belirgin noktalarına ince ince işlenmiş. Solaguren’in söylemsel senaryosu, insan ve aile yaşamının çatışmaları ile ilgilenirken, bir yandan da doğanın toplumsal yapıyla olan benzerliğine de değiniyor. Kendini bulma yolculuğundaki birine hikaye boyunca eşlik eden şey arılar. Lucia, kendini topluma kabul ettirmeye çalıştığı kadar, önemsediği arılara da kabul ettirmek istiyor.
Büyük bir aile buluşmasına, annesinin de kabulü ile elbise giyerek gidiyor. Fakat bu tercihi, bir dizi sorunu da beraberinde getirince, annesinin daha fazla kişiyle kavga etmesini önlemek için elbisesinden vazgeçiyor ve ortamdan kayboluyor. Yeni bir kaybolma değil bu aslında, Lucia filmin başından beri defalarca kez kayboldu, hepsine biz şahit olduk, fakat bu kayboluşların her biri görmezden gelindi. Bu sefer, bu son kayboluşta, ailesi onu aramak için adını bağırıyor. Ormanın derinliklerine doğru bir sürü insan Aitor diye bağırırken, annesi, aslında tam anlamıyla onu ilk kez kabul ederek ona Lucia diye bağırıyor. Kızını bu sefer gerçekten bulmak istiyor. Lucia, yeni ismini annesi dışındaki aile üyelerine söyleme cesareti bulamasa da, arı kovanlarına tek tek ismini fısıldıyor: “Benim adım Lucia.”
Ne kırk yaşında kendini bulmak geç, ne de sekiz yaşında kendini bulmak erken. Nasıl var olmak istiyorsak öyle var olmanın zamanı yok. Önemli olan kim gibi hissediyorsak, kalan günlerimizi o kişi olarak yaşayabilmek.